© Konya Postası 2021

AB stratejik körlüğünü aşabilecek mi?

AB’nin dünya politikasında etkili bir aktör olarak kalmasının yolu, ekonomik gücünün yanı sıra stratejik gücünün de sağlanması ve sürdürülmesinden geçiyor

Son zamanlarda üye ülkelerde gerçekleştirilen genel seçimlerde ortaya çıkan siyasi tablonun yansıdığı Mayıs 2019’daki Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleriyle Avrupa Birliği (AB) yeni bir döneme girdi. Bu seçimler karar alıcı organlarda da yeni yönetimlerin başa gelmesini sağladı ve AB yeni başkanlarını seçti. AB Komisyon Başkanlığına Alman Savunma Bakanı Ursula von Leyer, AB Konsey Başkanlığı’na Belçika Başbakanı Charles Michel, AB Merkez Bankası’nın başına Christine Lagarde’nin seçilmesi ve AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilciliği’ne (büyük ihtimalle) İspanya Dışişleri Bakanı Joseph’in seçilecek olmasıyla Birliğin yeni yönetim kadrosu şekillendi.

Türkiye ile AB arasında oluşan gerilimin düşürülmesi için yapılacak diplomatik girişimlerde AB ile ilişkilerin yeniden değerlendirilmesi iki taraf için de büyük önem arz ediyor. 1959’daki ilk başvurudan bu yana geçen altmış yıllık sürecin gerçekçi bir analizinin yapılması ve ilişkilerin fiilen sürmesini sağlayacak bir şekilde formüllerin üretilmesi, belki de AB’nin Türkiye hakkındaki önyargılı tutumunun oluşturduğu problemlerin üstesinden gelinmesini de sağlayacak. 

Yeni başkanların seçiminde zorlu bir pazarlık aşaması geçiren AB, bir yandan Brexit meselesi diğer yandan mevcut siyasi tablosu ile savunduğu Avrupa değerleri arasında ciddi bir ikilem içinde kalıyor. AB’nin yeni liderleri hem Brexit meselesinin çözümünü gerçekleştirmek durumunda kalacaklar hem de bütünleşmenin ve derinleşmenin devam etmesini sağlamaya çalışacaklar. Ancak aşırı sağın ve popülizmin gittikçe güç kazandığı bir AB’nin bilhassa bütünleşmenin sürdürülmesi konusundaki adımları nasıl atabileceği akıllarda soru işaretlerine sebep oluyor. Yeni başkanların AB değerleri çerçevesinde küresel bir liderlik rolü oynayabilmeleri için bu soruları cevaplama yöntemleri AB’nin geleceğine yönelik ipuçlarını da verecek.

Mayıs 2019 Parlamento seçimlerinden önce, üye devletlerin birçoğunda yapılan genel seçimlerden aşırı sağ partiler güçlenerek çıktı. 28 üye ülkede yapılan doğrudan seçimlerle bu durum Parlamento’ya da sirayet etti. Parlamento’da Hristiyan Demokratlar ve Sosyal Demokratlar hala çoğunluğu ellerinde bulundursalar da aşırı sağcıların ve Birlik yanlısı partilerin aldığı oy oranları bütünleşmenin geleceğine dönük birtakım uzlaşma ve yeni karar alma mekanizmalarını zorunlu kılacak, fakat bu da AB bütünleşmesinde aşınmalara neden olabilecek bir durum. Oysa AB’nin dünya politikasında etkili bir aktör olarak kalmasının yolu ekonomik gücünün yanı sıra stratejik gücünün de sağlanması ve sürdürülmesinden geçiyor. Birlik içindeki iş birliğini ilerletmenin yolu üye devletler arasındaki uyumu artırarak bütünleşme ve derinleşme konusunda atılacak adımları gerektiriyor. Bu noktada AB’nin karar alma sisteminde en önemli konuların hala oy birliğiyle düzenlenmesi durumu, örgütün daha ileri bir entegrasyona ulaşmasındaki temel engellerden birini teşkil ediyor. Bu engeli aşabilmek için teşkil edilecek yeni anlaşma aritmetiklerinde aşırı sağın yükselen gücüne karşı verilecek tavizler ise ulaşılacak entegrasyonun seviyesini belirleyecek unsurlardan biri.

AB'nin Türkiye politikasındaki çelişki

AB'nin stratejik gücünü artırmasında üye devletlerin sahip olduğu kaynakların bir araya getirilerek kullanılması büyük önem arz etmekle beraber üçüncü taraflara karşı takındığı tutum ve inandırıcılık düzeyi de bu konuda etkili oluyor. Eylül 2019 itibarıyla yeni başkanlarıyla yeni bir döneme başlayacak olan Avrupa Birliği’nin Türkiye ile ilişkilerinde de yeni bir döneme girilecek gibi görünüyor. AB siyasi tarihinde şimdiye kadar tam üyelik için en uzun süre bekleyen ülke Türkiye. Adaylık statüsünün bu kadar uzun süre devam etmesi, önceleri iki taraf arasındaki ilişkilerde gayet olumlu bir hava yarattı. Ancak sürenin gittikçe uzaması ve fiilen müzakerelerin durması bu olumlu havayı bertaraf etmekle kalmıyor, AB’nin Türkiye üzerindeki herhangi bir etki oluşturma kabiliyetini en aza indirirken, Türkiye’nin de Brüksel’de etkili girişimlerde bulunabilmesini engelliyor.

2005’te başlayan üyelik müzakerelerinin 2018’de AB’nin aldığı bir kararla tamamen durdurulması, gümrük birliğinin güncellenmeyeceğinin ilan edilmesi ve Türkiye’nin Geri Kabul Anlaşması’nı askıya alma tehdidi ile iki taraf arasındaki ilişkiler halihazırda gergin seyrediyor. Bunlara ek olarak Doğu Akdeniz’de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile yaşanan doğal gaz sondaj faaliyetleri sorunu ve sonrasında AB’nin Türkiye’ye yaptırım kararı alması -özellikle mali yaptırımlar- ise ikili ilişkileri daha da sıkıntılı bir duruma soktu. AB, üyesi olan GKRY’nin yanında yer alarak Türkiye’ye karşı hakkaniyetsiz bir tutum sergiliyor, Türkiye’yi hukuksuz davranmakla itham ederek uzlaşma ve iş birliği çabalarını da engelliyor. Uluslararası siyasette daha büyük bir rol oynamak isteyen AB, göç sorununu çözmek isterken Türkiye’ye karşı politikasıyla vize serbestisi meselesindeki politikası arasındaki çelişkiyi açıklayamıyor. Gerek tam üyelik sürecindeki oyalayıcı hali gerekse Kıbrıs meselesindeki yanlılığı AB’nin “aday ülke” statüsünde bulunan Türkiye’ye yönelik çoğu zaman tehditkâr söylemiyle birleşince Birliğin üçüncü ülkeler nezdindeki inandırıcılığı da zedeleniyor.

AB ile ilişkilerde yeni formüller üretilmeli

AB’nin yaptırımlarının devam etmesi durumunda ilişkilerin daha da kötü yönde etkileneceği öngörülebilir. Özellikle Avrupa Yatırım Bankası’nın Türkiye’deki alt yapı yatırımlarına yönelik kredilerin sınırlandırılması ve/veya verilmesinin durdurulması uluslararası camianın da Türkiye’ye olumsuz yaklaşmasına neden olabilir. Bu bağlamda, AB’nin Türkiye konusundaki olumsuz tutumunun en eski sebeplerinden olan “Kıbrıs meselesine” bağlı olarak ortaya çıkan doğal gaz arama sorunu ortak bir anlaşma zemininde yürütülmezse her iki taraf için de ilişkileri zehirleyici bir sonuç doğuracak. AB’nin tehdit edici dili her iki taraf için de önemli problemler oluşturacak. Doğu Akdeniz’de ortak bir çözüm bulunamaması sadece AB’yi değil, bir süre sonra ABD, Çin ve Rusya’yı da Türkiye'nin karşısına çıkarabilir. Bu aşamada tansiyonun düşürülmesi için diplomasinin rolünün artırılması önem taşıyor. Nitekim Türk tarafı en üst düzeyde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı açıklamayla oldubittilere izin vermeyeceğini, sorunları diyalog ve iş birliği içinde çözmek istediğini açıkladı.

Türkiye ile AB arasında oluşan gerilimin düşürülmesi için yapılacak diplomatik girişimlerde AB ile ilişkilerin yeniden değerlendirilmesi iki taraf için de büyük önem arz ediyor. 1959’daki ilk başvurudan bu yana geçen altmış yıllık sürecin gerçekçi bir analizinin yapılması ve ilişkilerin fiilen sürmesini sağlayacak bir şekilde formüllerin üretilmesi, belki de AB’nin Türkiye hakkındaki önyargılı tutumunun oluşturduğu problemlerin üstesinden gelinmesini de sağlayacak. Türkiye’nin ve AB’nin sahip olduğu stratejik değerlerin doğru bir zeminde buluşması ikili ilişkilerin adil bir çerçevede sürdürülmesini sağlayacak, bu da hem Türkiye’nin hem AB’nin kazanmasını beraberinde getirecektir. Bölgede tesis edilecek barış ve refah ortamının Türkiye’ye olduğu kadar AB’ye de lazım olduğunu akıllarda tutmak AB’nin stratejik körlüğünü yenmesine de yardımcı olacaktır.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER