BAŞKANLIK SERÜVENİ(6)
14 Ocak 2017, Cumartesi 08:03İkinci meşrutiyetin ilanı ile beraber anayasalı seçim ve meclis sistemine geçilmişti. Yani uygulamada artık parlamenter sistem işletilecekti. Padişah bu düzenleme karşısında sadece sembolik bir varlık olarak kalıyordu. Ancak yapılacak seçimlerle beraber anayasal düzenlemeye geçilirse durumun düzeleceğini umanlar, hakikaten bir yanılgı içerisindeydiler. Hem de kendi gözlemlerine dayanarak. Şöyle ki seçilen vekillerin yabancı ağırlıklı olanlarının nezdinde yapılan meclis çalışmalarında alınan kararların nerdeyse devletin aleyhine işletilmesi ve giderek kötüleşmesi karşısında bu devletin kolay teslim olmaması gerektiği kanaati hangi devlet düzeninde olursa olsun müdahale gerektirirdi ve nitekim Padişah gidişata vaziyet etmiş zorunlu ve gerçekçi sebeplerden dolayı da meclisi olumlu bir kararla fes etmişti. Durumun vaziyeti bunu gerektirdiğinden bugün yapılan ön yargılı eleştiriler gerçeği yansıtmaktan uzak oldukça popüler yaklaşımlardır. Bugün rejim sekteye uğrasa anayasal güçler buna seyirci kalamaz. Devlet bizimdir ve asil olan da devletin bekası olmalıdır. Yalnız şu durum vardı. Evet, padişah meclisi yetkisine dayanarak fesih yoluna gitmişti ama çalışan bir bakanlar kurulu vardı. Anayasa da mer’i dir. Yani halen yürürlüktedir. Öyleyse bu sistemde yarı başkanlık yönetim tarzıdır. Yürütme organı olarak bakanlar kurulu ve padişah görevlerinin başındadırlar. Bu tarz yönetim biçiminin adını o günkü koşullar gereği nevi şahsına münhasır olarak “sui generis” tarzı diyebiliriz.
İkinci meşrutiyet’ten sonra gelen Sultan Reşat ve yakın zamanda askerlerin telkini sonucunda seçtirilen Fahri Korutürk’ün yetki ve salahiyetleri hemen hemen aynı paraleldedir. Devletin bir numaralı şahsiyetleri artık bir semboldü. Yani hem 1908 hem de 1960 darbeleri ortaya artık yeni bir hukuk anlayışı getirmiştir. Artık devlet yönetiminde bir çift başlılık vardır. Karizmatik kimlik toplumsal kabul bu yönetim tarzında ön plana çıktığında artık halk kime daha çok teveccüh gösteriyorsa baskınlık yani yönetimde etken olma hali bir nevi şahsına münhasırlık onunla ilgili olmaktadır. Cumhu riyetin ilanıyla başlayan ve 1938 yılına dek süren bir yönetim icrasında hem meclis var hem de kabine mevcuttur. Ancak gücünü yetkisinden ziyade kişiliğinden ve istiklal harbindeki liderlik- komutanlık vasfından gelen karakterinden alan bir otoriter reis-i cumhur vardır. Mustafa Kemal Sofya da ateşe militer iken düşündüğü devrimleri cumhuriyetin ilanından itibaren bizzat ordunun da onayını alarak bir bir gerçekleştirdi. Hatta seçimlerin yapılışında(milletvekillerinin seçilişinde) bizzat seçicilik yaptığı da bilinmektedir. Öyleyse şöyle bir karşılaştırmayı anayasal düzenlemelerin ve örgütsel yönetimlerin nezdinde yapabiliriz. Yani Sultan Abdülhamit devrinde meclisi olmayan bir otorite mevcut iken, Atatürk zamanında ise, meclise rağmen bir otorite var. Karizmatik kişilik ve Kurtuluş savaşındaki liderlik fonksiyonu kendisini halk ve meclis nezdinde ön plana çıkarmıştır.
Yine yakın planda uygulamalara baktığımızda parlamenterin sistemin iki başlılığı öncülünde bazı başbakanların yine kişilikleri ve icraatları ile halkın güvenini kazandıkları ve sistemin en güçlüsü oldukları göze çarpar. Bunlar içerisinde rahmetli Başbakanımız Adnan Menderes ve yine rahmetli Turgut Özal’ın başbakanlık dönemleridir. Meclis sistemi tıkır tıkır işlemekte ve bunlar şahsiyetleri gereği de gerek parti içerisinde gerekse halk parlamenterler nezdinde güven ve sevgi sembolüdürler. Bunların otoriter ve karizmatik hallerinde seçim kazanmaları ve parlamentoda tek başlarına iktidarda bulunmaları teveccühün başlıca nedenidir. Bu arada 1920 ve 1923 yıllarında meclis hükümeti sistemi ön planda,60 ve 80 darbeleri ile de darbeci generaller devlet başkanı sıfatını sıkıyönetim olağanüstü hal boyunca daha doğrusu kendilerinin istediği gibi yaptırdıkları halkın görüş ve düşüncesine göre değil de (sadece kabul noktasında sembolük seçime gidilip halkın önüne sandık konulması) uygulamaları ile bu devlet başkanlığı sıfatını kullanmışlardır. Yeni darbe anayasası kabul edilipte yeniden partiler ve seçimler yolu açılınca bu sefer Kenan Evren gibi yeni anayasaya koydurdukları geçici maddeler ile Milli Güvenlik Konseyi Cumhurbaşkanlığı konseyine dönüştürüldü. Kenan Evren’de devlet başkanı yerine Cumhurbaşkanı sıfatını aldı. Ha bu arada açılan meclisler darbe sonrası kurucu meclis hüviyeti ile çalıştırılmış ve bunların seçiminde de konsey üyeleri etkin rol almışlardır. Öyleyse bu ara dönemleri nasıl adlandırabiliriz. Ara rejim mi? Tam otoriter Askeri Başkanlık Konseyimi yoksa zarurete istinaden ortaya çıkan kendiliğinden olağan şartlardan mürekkep baskınlık mı? Ki bu dönemlerde demokratik uygulamaların birçoğuna müdahil olunarak sıkıyönetim kanunları uygulamaya konulmuştur. Bugün yine alabildiğine bu tartışmaların içerisindeyiz. Geçmişte siyasi partilerin çeşitli sebeplerle başkanlık sistemi modeli ile ilgili belirttikleri görüşleri vardır fakat bugün tam tersini savundukları da aşikârdır.26.05.2015 tarihinde NTV’den Oğuz Hakseverin sorularını yanıtlayan Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın bu konudaki söyledikleri aynen şöyleydi
“Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye'nin yakın siyasi tarihine bakıldığında liderlerin büyük çoğunluğunun başkanlık sistemini savunduğunu dile getirerek, 1970'te, Kasım Gülek'in Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesini istediğini anlattı. Alparslan Türkeş'in de konuya ilişkin olarak, "Rahmetli Türkeş, 'Güçlü iktidar, güçlü idare için başkanlık sistemini savunuyoruz. İcrayı ikiye bölemeyiz, tek bir başkan tarafından yönetilmelidir. Her konuda olduğu gibi icranın başında da bütünleşmeci olmalıyız.' dediğini hatırlatan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Tarih 1978. Ve iki ifade, 'Güçlü iktidar, güçlü idare.' Burada tabi bu Millî Doktrin Dokuz Işık kitabında, sayfa 262. Birçok siyasetçi de bunu zaten kullandılar, ifade ettiler" dedi. 1990'lı yıllardaki, "Başkanlık için iki aday yarışacak. Başkalık sistemi raporu hükümetin önünde", "Başkanlar başkanlık istiyor" şeklindeki gazete başlıklarından örnekler veren Cumhurbaşkanı Erdoğan, Muhsin Yazıcıoğlu'nun 2002'de "Başkanlık sistemi şart" ifadesini kullandığını hatırlattı. Kendisinin de "Türk usulü başkanlık sistemi" sözlerinin zaman zaman eleştirildiğini ifade eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in 2003'te gazetelere yansıyan "Başkanlık sistemine geçmeye mecburuz, Türk usulü başkanlık" sözlerine dikkat çekti.” (Recep Tayyip Erdoğan-NTV ve Star Canlı Yayını)
Netice olarak özetlersek tarihi tecrübelerimizin ışığında bize en uygun olan tarzın zorluk olsa da yakın zamanda parlamentoda anayasal değişiklikleri ile yeni bir model olarak Türk Milletinin tarihi yapısında yerini alacağını ümit ediyorum.Rabbim her şeyin en hayırlısını versin,inşallah.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.