BEN NİYE VARIM?
19 Ekim 2022, Çarşamba 00:57Hata yaparım korkusundan, yürek titremesinden şikâyet etmiyorum artık. Titreyen bir yüreğim var, bir şey yapmaya çalışıyorum da hata yapıyorum diye seviniyorum. Hem ben pişman oldum, daralgınlıklardan, kederlerden, hüzünlerden ve dertlerden. Ve ben, bunların hepsinden şikâyetçi olmaktan vazgeçtim. Hatalarımı bile sevmeye başladım, bana hatasız olmadığımı, doğrunun nasıl olduğunu fark ettirdiği için. İçimdeki volkanlar, hüzünler durmasın, bu alevler sönmesin, yüreğimi dağlasın istiyorum. Vurdumduymaz değil, vicdanımla, sabırla var olayım istiyorum. Vurdumduymaz olur, vicdanımın sesini dinlemezsem, ben, ben olmaktan çıkarım, boşluğa düşerim. Yoksa ben bu boşlukta ne yaparım ki? Benden geriye ne kalır ki? İnsan olduğumu nasıl tarif ederim ki?
Ölmüş eşinin başından ayrılmayan, vefasını sessizce gösteren bir angut kuşunun hissiyatını anlayamayacaksam, yanık bir şarkının akortları yüreğimi titretmeyecekse, sızısı yüreğime değmeyecekse, bir akşamın yalnızlığında, kurtlar kuşlar yuvalarına çekilirken, dağların sessizliği ve yalnızlığı yüreğime ürperti vermeyecekse, bir yalnızın, bir garibin, bir yetimin kimsesizliği, mahzunluğu yüreğimi tütsülemeyecekse, bir tırtılın kelebek olma yolculuğundaki iniltisine kalbim meyletmeyecekse, bozkırda sessiz kalmış, gözeleri kuruyup kör kalmış çeşmelerin hicranını hissedemeyeceksem, o zaman ben niye varım?
Benim gibi dert durağı olmuş, bedeninden her gün bir taş düşen bir ressama sormuşlar:
-Hayat size bir şans daha verseydi ne yapardınız?
-Bütün resimlerimi baştan yapardım, demiş.
Yani bende aynı cevabı verirdim galiba. Hayatı yine aynen yaşardım. Belki de öyle bir şansım olsaydı, yani “hayata yeniden başlayabilseydim, belki ilkinden daha çok hata yapardım, yine her şeyi dert edinirdim, farklı davranmazdım. Belki tek fark, hatalarımdan bıkmaz, onları sever okşardım. Daha önce yaşadıklarımı yine yaşar, daha önce söylediklerimi yine söylerdim. Vazgeçtiklerimden yine vazgeçer, kabullendiklerimi yine kabullenirdim”
Neyleyim ki, öyle bir şansım yok ve bunları yaşayacak ne gücüm kaldı, ne de her yeri darmadağın edilmiş, hüzünlü bu koskoca şehirden, betonlardan başka üzülecek ne kalmış olabilir ki? Eskiden öyle miydi bu şehrin sokakları, çarşıları? Duvarları insanı sıkıştırmazdı, daraltmazdı, boyaları renkleri yormazdı, gönülleri, gözleri. Estetik vardı, gözleri yormayan, tabelalar vardı…
Şimdi estetik yok oldu, gözleri alan ışıklı yanar söner, dönen levhalar yerini aldı. Çirkin binalar, insanı sanki tehdit ediyor. Çirkin betonlar yükseldi, insanlar küçüldü, eşyalar şekilsizleşti, işler, ilişkiler, iletişimler değişti, sevgisiz ve selamsız, yüzü asık kibirli insanlar çoğaldı. Velhasıl yüzü insana dönük ne varsa değişti, aynı insan gibi. İyiden yana ne varsa hepsi yok oldu. “Zamanın ruhu, vaktin dili” var diye bir söz varmış, bilir misiniz? İyi, anladık, anladık da, hayatın da hafızası var, şehrin de öyle. Hadi insanlar zamana ayak uydurarak o kadar çabuk değişiyorlar da, şehirlerin, köylerin, mahallelerin, sokakların, isimlerinin, ruhlarının değişmesi ne oluyor? Şehirlerin mihenk taşı olan isimler yok oluyor. Biz yaşlandıkça, az da olsa insanların değişimine ayak uyduruyoruz da, bu mihenk taşlarının değişimine ayak uyduramıyoruz.
Kararsızım. Ne yana yol alayım, kendimi hangi kuytuya atayım, bilemiyorum. Kendimi dışarı vurasım, alıp başımı gidesim var. Bir kelebeğin kanadında, kısa da olsa uçmak, bir meltem esintisinde oradan oraya savrulasım var. Yürüsem. Yürüyüp dursam, tekrar yürüsem, hayat yorgunluğumu hiçe sayarak. Dağın, tepenin taşlarında düşe kalka, dizlerim parçalanırcasına ilerlerken, “Yüce dağ başında yanar bir ışık” türküsünün bitimi kadar bir zaman dilimi bana yeter, ne kimseyi görsem, ne de kimseye görünsem, dereler aşsam, ovaların tozlu topraklı yollarını adımlarıma vursam, ayaklarım kanasa da aldırmasam…
Yüce dağın zirvesine çıkmasam da, o dağın yamacındaki bir alıç ağacı bulup, ona sevdalansam. Bu sayede iç çekmelerimi çoğaltır, her nefeste, her ah edişte hüzünlerimi içime doldurur, aşk yaşamaktan usanmazdım. En azından ömrümü sevgisiz, aşksız geçirmez, boş bir ceset taşımaz, ömrümü hamallıkla geçirmemiş olurdum…
Eyvah ki eyvah. Yaşlandık demek ki, derdi, zamaneyi dert edinmek düşmüş bize. Ayak uyduramıyoruz, yazının başına. Kararsızız dedik ya, yazıya nasıl başladık, nasıl bitiriyoruz. Yazıyı bir Nasreddin Hocanın bir kıssasıyla bitirelim.
Nasreddin Hoca’nın önünü askerler keser. Arama yaparlar. Hoca’da kocaman bir pala bulunur. “Bunca sakala bu pala hiç yakışıyor mu?” Hoca: “Hatalı yazılan yazıları görürsem bu palayla onları kazıyorum evladım,” der. Asker ikna olmaz: “Bu kadar büyük palaya ne gerek var, küçücük bir çakı bile o işi görür.” Hoca güler ve der ki: “Ah evladım! Bazen öyle büyük yanlışlar yapılıyor ki, bu pala bile kâfi gelmiyor.”
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.