ARKADAŞ
04 Kasım 2016, Cuma 07:33Ahbabını ister iyi ister kötü seç
İdbâra düşersen seçilirler er geç
Bir çokları küsmüş gibi bîgâneleşir
Onlar sana küsmeden sen onlardan geç
Yahya Kemal
İdbâra düşmek: Zorluklara, sıkıntılara, belâlara duçar olmak demek. Gerçek ve sahte arkadaşlıklar böyle zamanlarda belli olur. “Gerçek arkadaşlar yıldızlar gibidirler, karanlık çökünce (başına bela gelince) ilk onlar parlar ve etrafınızı aydınlatır” sözü, realitenin ta kendisidir. Ama böyle hakiki arkadaşlıklar günümüzde nadir bulunan hasletlerdir. Sanki onların hakikisini, antika eserler gibi geçmişte aramak icap ediyor. Peygamberimiz: “Kıyamet yaklaşınca; helal kazanç ve gerçek dost nadir bulunacak” buyurmuştur.
Yahya Kemal merhum’da baştaki şiirde buna dikkat çekiyor. Şâir Yenişehirli Avni ise bir başka hususa parmak basıyor ve etrafından kaçmakla, kaybolmakla kalıyorlarsa sen o dostlara yine de fazla yüklenme, kahretme:
Ehibba şîve-i yağmâda mebhût eyler a’dâyı
Hudâ göstermesin âsâr-ı izmihlâl bir yerde
“Allah kimseyi belâya duçar etmesin, dostlar dar zamanda yağmada düşmanları bile hayrete düşürür” diyerek daha beterlerinden haber veriyor. Ahnef b. Kays: “Cömertlik olmayınca malın, vefa olmayınca arkadaşlığın hayrı olmaz” demiş.
Mehmet Akif Ersoy ile Ferit Kam can ciğer arkadaştırlar. Cumhuriyetten sonra bazı yanlış icraatları pervasız ve hakşinas biri olan Ferit Bey, tenkit edince Edebiyat Fakültesindeki görevine son vermişler. Akif merhum bunu duyunca hemen istifa etmiş.([1]) Sebebi sorulduğunda; “haksız yere arkadaşımın görevine son verilen bir yerde ben devam edemem” demiş. Aradan yıllar geçmiş, bu baskı rejimine, tahakküm dönemine, terörist icraatlara tahammül edemeyen Akif, Mısır’a gitmek mecburiyetinde kalmış ve uzun müddet kimseden ne bir mektup, ne telgraf, ne haber hiçbir şey gelmemiş. Çünkü kendisiyle mektup veya telgrafla irtibat kuranlar takip edilmekte, maddi ve manevi baskı görmektedir. Nihayet seneler sonra, can dostu Ferit Bey’den; “annesinin öldüğünü” bildiren bir telgraf alınca Akif, cevabî telgrafında şöyle yazmış: “İhvanım, sizden bir haber çıkması için bizden bir mevtanın çıkması mı lâzımdı?”, kısa ama stem dolu bir cevap. Ama bu durum vefasızlıktan ziyade çaresizlikten doğmuştur. Yunus şöyle demiş:
Ol dost için ağuları
Şeker gibi yutmak gerek.
Bir atasözünde; “İyi bir arkadaş senin kendine vereceğin en değerli hediyedir.” denir. Hz. Mevlânâ’da; “iyi arkadaşı olanın aynaya bakmasına gerek yoktur” der. Yani iyi arkadaş emri bil ma’ruf, nehyi anil münker’i (iyiliklere teşvik, kötülüklerden sakındırma görevini) hakkıyla yapar diyor. Kötü arkadaş da insanı türlü kötülüğe bulaştırabilir. Peygamberimiz: “Kişi arkadaşının dini üzerinedir”([2]) buyurarak konunun ehemmiyetine dikkat çeker.
Tarihçi Vakıdî zarurete düşünce bir arkadaşından yardım ister. Bir kese altın gelir, ondan diğer bir diğer arkadaşı ister... 3 arkadaş arasında kese defalarca gider gelir...([3])
Bir zamanlar bir şehzadenin bir çocukluk arkadaşı varmış padişah olunca onu vezir yapmış ama adam Allah adamı imiş her ne olursa olsun “bunda da vardır bir hayır” dermiş.
Bir gün padişahla ava gitmişler, barutu biraz fazla koymuşlar silah patlamış padişahın bir parmağı kopmuş o yine aynı sözü söyleyince padişah kızmış zindana attırmış. Aradan birkaç sene geçmiş padişah başka dostları ile yabancı beldelere daha doğrusu yamyamların ormanına ava dalmışlar, yakalanmışlar, bunları bağlayıp yemek için hazırlık yapmaya başlayınca bir de fark etmişler ki, padişahın bir parmağı yok. Hemen onu serbest bırakmışlar, meğer adetleri azası eksik olanları yemezlermiş. Geri gelip hemen arkadaşını zindandan çıkartmış ve özür dilemiş. “Seni boşuna 5-6 sene yatırdık, gerçekten senin dediğin gibi, parmağımın kopuşunda da hayır varmış, o sayede kurtuldum” deyince beriki yine; “bunda da vardır bir hayır” deyince padişah yine kızmış ama öteki şöyle izah etmiş; “evet padişahım elbette bunda da bir hayır var, sen beni zindana atmasan da ben de seninle ava gitseydim, benim azamda eksik değildi şimdi yamyamların midesinde olacaktım” demiş. Arkadaşlar arasındaki latifelere, tatlı şakalara iki misal verip sözlerimizi bitirelim:
Çok temiz, saf, hafızası kuvvetli, ama hiç Arapça bilmeyen bir hafıza, yemek duası diye arkadaşları şunları öğretmişler:
“Allahümmecalnî dübben kebira. Vela tecalnî dübben sağıra. İn tecalnî tübben sağıra, ye’külnî dübben kebira”. Manası şöyle: “Allahım beni büyük ayılardan bir ayı yap. Küçük ayılardan yapma öyle yaparsan büyük ayılar beni yer” Tabi bunu yemek duası diye bilenlerin yanında yapınca gülüşüvermişler.
Bedesten esnafından bir grup bir ramazan günü, habersiz olarak nazlarının geçtikleri bir arkadaşlarına iftara gelirler. Ama hiç haber vermemişler, iftara 10 dakika var. Evde hiçbir hazırlık yok. Ev sahibi onların niyetini anlamış ama, o da misafirlere bir oyun oynamış. Dışarı çıkıp birkaç çocuğa harçlık vererek: “Bizim pencerenin önünden bedestende yangın çıktı, dükkanlar yanıp gider diye bağırarak ve koşarak geçeceksiniz” der. Çocuklar söylenenleri yapınca, bedestende hepsinin dükkânı olan misafirler koşarak çıkmışlar, bedestene varsalar ki, bir şey yok. Vaziyeti anlamışlar ve kendi kendilerine “biz bunu hak ettik” demişler.([4])
Dipnotlar:
1- Tarih ve Düşünce Dergisi, 2001/7 s. 42.
2- Ebu Dâvûd, edeb 19 (4833); Tirmizî, Zühd 45 (2379).
3- Şemseddin Günaltay “İslâm Tarihinin Kaynakları”, s. 28.
4- Kamil Uğurlu, a. g. e. s. 145.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.