AŞK KELİMESİ VE MANASI
21 Aralık 2017, Perşembe 09:08AŞK
Ganîdir aşk ile gönlüm ne mülküm ne menâlim var
Ne vasl-ı yâra handânam ne hicrândan melâlim var
Ne sağ olmak murâdımdır ne ölmekten kaçar cânım
Cihânda hasta-i aşk olalı bir hoşça hâlim var
Ben ol hayrân-ı aşkım ki yitirdim akl u idrâki
Ne âlemden haberdâram ne kendimden haberim var
Taşlıcalı Yahyâ
Aşk: Arapça bir kelimedir. “Aşaka” kökünden gelir. Türkçede yapışan, saran, sarmalayan anlamına gelir. Hindistan taraflarında “Aşaka” diye, sarıldığı ağacın her tarafını kaplayan, vantuzlarıyla ağaca yapışıp, sanki onun kanını emip kurutan bir sarmaşık türünden mülhem olduğu da rivayet edilmektedir.(1)
Aşkta’da iki gönlün, iki kalbin, iki duygu ve düşüncenin bir birine meyletmesi, çekmesi, kuvvetli bir kavuşma ve buluşma arzusu söz konusudur. Fizikteki “cazibe kanunu” gereği yani; artı eksi zıt kutupların birbirini şiddetle çektikleri gibi, âşık ta maşukuna büyük bir arzu ve iştiyakla kavuşmak ister. Ama gerçek aşklarda gaye ve hedef vuslat değildir. Çünkü halk arasında “evlilik aşkı bitirir” dendiği gibi, vuslat da aşkı öldürür, tüketir.(2) Tıpkı mıknatıs ve metal parçasındaki zıt kutupların bir birini şiddetle çekerken, birleşme vuku bulunca, bu cazibenin kaybolduğu, çekilenin çekende yok olduğu gibi, vuslat (kavuşma-buluşma) da aşkı ortadan kaldırır. Onun için dünyevî aşklarda vuslat arzu edilmez, platonik aşk tercih edilir ki; o aşk sarhoşluğu, o aşk mahmurluğu devam etsin, tevellüt eden acıyla karışık zevk hali bitmesin, sürekli olsun. Fuzûlî’nin şu beyti bu hususa ne güzel örnektir:
Aşk derdiyle hoşem, el çek ilâcımdan tabîb
Kılma dermân kim helâkim zehri dermânındadır.
Divan Edebiyatının ve Osmanlı döneminin Bakıyyetü’ş-Şuarasından olan merhum Yahya Kemal Beyatlı’nın şu sözleri de konuyu hakkıyla vuzuha kavuşturan şahane bir beyittir:
Cümle lezzetten lezîz iksîrsin ey zehr-i aşk
Zevki derdinden alan her rûh dermândan geçer
“Ey aşk zehiri! Bütün tatlardan daha leziz, daha tatlı bir iksirsin sen. Öyle ki senin derdinden birazcık zevk alan her ruh (o derde) derman aramaktan kesin vazgeçer.”
Aşk kelimesinin zikrinin geçtiği her yerde ilk akla gelen Leyla ile Mecnun’dur. Yıllar süren bir kovalamacadan, vuslat iştiyakından, çölün bin bir türlü meşakkat ve mazarratından sonraki kavuşma esnasında; ikisinin de birbirine lakayt davranmaları dünyevî aşklarda vuslatın tercih edilmemesi, bu aşkın bir perde, ilâhî aşka inkılâbın bir vasıtası bir yolu olmasına delil gösterilir.
Hz. Yusuf yıllar sonra Züleyha’ya; “bundan sonra beraber olup birbirimize kavuşabiliriz” deyince Züleyha aynen Leyla’nın Mecnun’a dediği gibi şöyle demiştir: “Sen o zaman benim için bir perde idin, ben şimdi gerçek güzeli “Allah’ı” buldum, sana hâcet kalmadı”(3)
Aşk; İlâhî ve Fiziki aşk diye genel manada ikiye ayrılır. Kutuplardan birinde Allah, Resül gibi kudsî ve mübarek varlıklardan birisi varsa buna ilâhî aşk, yok eğer nefisle ilgili; kadın, mal, mülk… gibi dünyevî bir şey ise buna da fizikî aşk deniyor.
İlâhî aşklarda Platonizm’e rağbet edilmez, vuslat tercih edilir. Çünkü gerçek aşk budur, burada da gerçekler söz konusudur. Fiziki aşkta mahbub (sevgili) aynada görünen bir suret, yalancı bir obje ise de; ilâhî aşktaki sevgili gerçeğin ta kendisidir. Dolayısıyla fenâ fillâh; (Allah’ta kaybolmak), yok olmak, kavuşmak, fedakârlık ve vefakârlığın zirvesi olan nefsini sevdiği için heba etmek… tercih edilir. Hz. Mevlânâ’nın ölüm gününü, “Şeb-i Arus” düğün gecesi, gerdek gecesi telâkki etmesi bundan dolayıdır. Yine Fuzûlî’nin şu beyitleri buna ne güzel misaldir:
Âşık oldur ki; kılar cânın fedâ canânına,
Meyl-i canân etmesin her kim ki kıymaz cânına
Cânını, canâna vermektir kemâli âşıkın,
Vermeyen cân îtiraf etmek gerek noksânına,
Cân nedir ki vermeyim ben ânı canânıma
Vaktiyle gariban bir genç padişahın kızana âşık olur. Bunu her yerde ilân etmeye, sarayın etrafında pervaneler gibi dönmeye, her önüne gelene arz-ı hâl edip himmet istemeye başlar. Bu padişaha duyurulunca, huzura çağrılır ve padişah derki:
“Ya ülkeyi terk et ya kafanı vurduracağım hangisine razısın?”
O ülkeyi terk etmeye razı olunca padişah yine de onu idam ettirir. Acıyıp sebebini soranlara o şöyle der:
“Gerçek âşık değilmiş, sahtekârın, şarlatanın biriymiş. Gerçek âşıklar hiçbir zaman canânı için canını fedâdan kaçınmazlar. Eğer canını vermeye razı olsaydı, yani hakiki âşık olsaydı, hem ona kızımı verecektin, hem de malum benim erkek evlâdım yok, yerime halef tayin edecektim. Ama heyhat!..”(4)
İran Edebiyatının duayenlerinden biri olan Hafız’da bu konuyu şöyle dile getiriyor:
Mest ân-çünân ki gûyed be-rûz-ı haşr
Men kîstem şumâ çe kesânîd vü în câst
“Mest olan kişi (aşk sarhoşu olan kişi) öylesine mest olmalı, öylesine mest olmalı ki, ta rûz-u mahşerde kendisine gelmeli. Allah Allah dostlar! Sizler kim oluyorsunuz? Burası neresi? Ben kimim?.. demeli. Gerçekten aşkta kaybolmak bu demektir, rindlik bu demektir.”
Dipnotlar:
Gani: Dolu, Menâl: Sahip olunan,elde edilen, Vasl-ı yâr: Sevgiliye kavuşma, Handan: Sevinçli, Hicran: Ayrılık, Melal: Üzüntü, Hasta-i aşk: Aşk hastası.
1- Ö. Tuğrul İnançer, “Dinle Neyden”, İst. 2010, s.97; Mahmut Erol Kılıç, “Evvele Yolculuk”, Sufi Yay. İst. 2000, s. 13.
2- Mahmut Erol Kılıç, “Anadolu’nun Ruhu” Sufi Yay. İst. 2011, s. 185.
Meyl-i canân: Sevgiliye eğilme, meyletme, Kemali: En üstünü, en yücesi.
3- Ö. Tuğrul İnançer-Ahmet Özhan, “Şarkılar Seni Söyler” Sufi Yay. İst. 2007, s.71.
4- İskender Pala, “Kırk Ambar”, Kapı Yay. 2. Bas. 2008 İst. s. 2.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.