Bizde Târih Düşmanlığı (4)
01 Şubat 2018, Perşembe 08:00Mustafa Necati 1926 yılında Millî Eğitim Bakanı iken; Çallı İbrahim, Nâmık İsmail gibi bazı “ressamların yaptıkları sanat eserlerini sergileyecekleri dürüst bir yerin olmadığı, bu sergi için Sultanahmet Câmisinin elverişli olduğu, ama onunda loş olması hasebiyle eserlerin iyi görünmeyeceği, dolayısıyla kubbenin bazı yerlerinin delinip güneşin ve ışığın daha fazla gelmesinin sağlanması” teklif ediliyor ve nerdeyse gerçekleşecek duruma gelir ama Allah’dan ki, bazı tepkiler oluşur da sonradan vazgeçilir.(1)
Hürriyet Gazetesinin 18 Mayıs 1999 târihli nüshasında şöyle bir haber vardı: “İstanbul’da yaşanan târih kıyımının boyutlarını görmek için yalnızca iki ilçeyi incelemek yeterli. Eminönü ve Fâtih Müftülüklerinin kayıtları, târihî mirasın nasıl yerle bir edildiğini gözler önüne seriyor. 1950 den sonra hız kazandığı gözlenen kıyım bilançosu şöyle; Eminönü’nde 113, Fâtihte 169 câmi ve mescit çeşitli nedenlerle yok olmuş durumda. Yani toplam 281 târihî eser. Bu iki ilçede ayakta kalan câmi sayısı ise 283. Bir başka deyişle târihî mirasın yarısı, yerel yönetimlerin sorumsuzluğuna, Vakıflar Genel Müdürlüğünün ilgisizliğine, plansız kentleşmeye ve doğal âfetlere kurban edilmiş durumda”(2)
Osmanlı düşmanlığı o derecelere varmış ki; Türk Sanat Müziği yasaklanmış, şarkı sözlerindeki bazı kelimeler, hattâ romanlardaki bazı bölümler değiştirilmiş,(3) Mehter tamamen ortadan kaldırılmış, şarkılar okunmaz olmuş, millet şarkı dinleyebilmek için Moskova Radyosunu veya Kıbrıs Radyosunu dinlemeye mecbur edilmiştir.
“Türk çeşme mimarisinin şüphesiz en muhteşem, en göz kamaştırıcı en güzide eseri olan Topkapı sarayı önündeki 3. Ahmed Çeşmesi umûmî tuvalet olmuş, gelen geçen küçük abdestini bozmuş, suları kesilmiş ve her tarafı tahrip edilmiştir. Prof. Dr. Beynun Akyavaş bizzat gördüğü o dehşet manzarayı şöyle tarif eder: “…O kararmış, sararmış zengin tezyinatın arasında tebeşirlerle, kurşun kalemlerle yazılmış her türlü yazı çeşmenin alnının kara yazısı gibi insanın içini ürpertiyor. Susuzluktan içi yanmış güzeller güzelinin saçakları kopmuş, tavanı göçmek üzere. Topkapı sarayına girip çıkan binlerce turistin seyrettiği manzara budur. Derhal tedbir alınmazsa İtalyan ediplerinden Edmonda De Amicis’in “Bu bir âbide değil, zarif bir sultanın bir aşk anında İstanbul’unun alnına kondurduğu mermerden bir buse, billûr bir fanus altında muhâfaza edilmesi gerekli bir zarafet, ihtişâm ve sabır harikası” diye anlattığı çeşmenin yakın bir zamanda yerinde yeller esecek, fotoğraflarını seyretmekten başka çaremiz kalmayacak”(4)
“Roma çeşme şehridir. Bunu bütün dünya böyle biliyor. Roma’ya sâdece çeşmelerini görmek için gidenler vardır. Turizmi iyi anlayan İtalyanlarca kumbara haline getirilmiş Fondana di Trevi diye meşhur Trevi çeşmesine para atmak için gidenler sayılamayacak kadar çoktur. Roma’ya gidip de Trevi çeşmesini görmemiş olmak bağışlanmaz. Ama bizde 3. Ahmed Çeşmesinin durumu da maalesef yukarıda zikredildiği gibidir.”(5)
Bu ihânetler karşısında ah-vah edip acılarını satırlara döken ilim adamımız Prof. Dr. Beynun Akyavaş’ın, asker kökenli olan ve birçok eseri bulunan değerli babası da ıstıraplarını şöyle dile getirir: “Bu gidişle İstanbul’u ziyarete gelen dosta düşmana, gelecek nesillere göğsümüzü gere gere gösterecek bir şeyimiz kalmayacak galiba... Birinci Mahmud’un Tophanedeki çeşmesinin yalaklarında öğle uykusu çeken hırpaniler yatıyor. Sanki hayrat sahipleri bu çeşmeleri serserilere yatakhane olarak yapmışlardır... Hani bu şaheserlerin mermer yalakları? Tunçtan dökülmüş lüleleri? Hepsi çalınmış satılmış. Çeşmelerin musluk yerinde kara bir damga (mühür) gibi birer kara delikten başka bir şey kalmamış. Çeşmelerimiz ağlıyor. Bir gün bu ahlar, bu göz yaşları sizi tutar.”(6)
“Türk milleti kendisine bırakılan aziz emânetleri, Mukaddes mirasları unutacak bir millet olmadığına göre mes’ûller kimlerdir. İçinde bir târih yatan ve bir sanat müzesi gibi olan mezarlıklara bakıyorum, içler acısı!.. O koskoca Sadrâzamlar, kaptan-ı deryalar, vüzera, vükelâ, ekrân-ı devlet, târihimize şeref veren şahsiyetler, ulemâ, ümerâ, üdeba yerlere devrilmiş koca kavuklarıyla, sarıklarıyla başlarını kaldırıp da: “Onca sene din ü devlete hizmet itmişüz, onca sene serhatlarda kan dökmüşüz, can virmişüz, devleti Osmaniyye’nin şanı içün gayretimizi esirgememişüz. Bre nâbekâr, bre Allah’dan korkmaz, kuldan utanmaz, tiz var git çâresin tedârik eyle” deyü kükreseler ne cevap vereceğiz, ne diyeceğiz? Ayıptır, yazıktır, günahtır, ihânettir.”(7)
Dipnotlar:
1- M. Uğur Derman, “Ömrümün Bereketi”, Kubbealtı Yay. İst. 2013, s. 332.
2- Târih ve Düşünce Dergisi,Ocak 2000 s.75.
3- Beynun Akyavaş, “Sultanîyegâh İstanbul”, T. D. V. Yayını Ankara 2001 s. 109.
4- Beynun Akyavaş, “Seni Seven Neylesün?”, TDV. Yay. Ankara 1995, s. 90.
5- Beynun Akyavaş, “Seni Seven Neylesün?”, TDV. Yay. Ankara 1995, s. 102.
6- Ragıp Akyavaş, “Târih Meşheri-1”, T. D. V yayını Ankara 2002. cilt 1, s. 26.
7- Beynun Akyavaş, “Sultanîyegâh İstanbul”, T. D. V. Yayını Ankara 2001 s. 82.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.