Çevre Sorunları ve İslâm (1)
14 Ekim 2019, Pazartesi 08:40“Dünya ve hayat bize verilmemiştir, emanet edilmiştir” diye bir söz vardır. Nesilden nesile aktarılan bu emanette elbette aşınmalar, yıpranmalar olacaktır. Bu gayet normaldir. Ama bu yıpranmanın son yarım yüzyıldaki oranına baktığımızda, hayret etmemek ve “bu emanete büyük ihanet içindeyiz” dememek mümkün değildir. Zira ilim adamları: “Dünya yaratıldıktan başlamak üzere 1960’lı yıllara kadar ne kadar kirlendi ise, ondan sonra 2000 yılına kadar geçen 40 senede, öncekinden çok daha fazla kirlendi ve yaşanmaz hale geldi. Bu tempo ile giderse bir yarım yüzyıl sonra dünya yaşanmaz bir gezegen olacak...”(1) demektedirler.
Yaşayan canlı türlerinin birçoğu da bu kirlilik nedeniyle yok olup gidiyor. Nitekim her yıl takriben 30 bin çeşit canlı türünün bu kirlenmeden dolayı yok olduğunu ilim adamları tespit etmişlerdir.(2)
Katrilyonlar teriminin az geldiği ve sayısının tahmin bile edilemediği gök cisimlerinin yanında suyuyla, havasıyla, toprağıyla, yeşiliyle, iklimleriyle velhasıl her şeyiyle çok güzel olan ve yine bilindiği kadarıyla canlı hayatın mevcut olduğu yegâne gezegen olan dünyayı, Cenâb-ı Hak ne güzel yaratmış. Ne güzel dizayn etmiş ve ne güzel süslemiş...
Uzayla ilgili yeni yeni keşiflerde bulunan ilim adamları, sayısız gök cisminden insan fıtratına ve yaşantısına uygun bir tane dahi olmadığını görünce, bu cennet gezegenin kıymetini daha iyi takdir ediyor ve bu şekilde hoyratça, bilinçsizce kullanılıp heder edilmesinden korktukları için yine onlar tedbir almaya, çareler ve çıkış yolları bulmaya uğraşıyorlar. 1972 Yılında Stockholm’de içlerinde birçok Nobel Ödülü sahibi ilim adamının da bulunduğu bir konferansta 5 Haziran tarihlerinin Dünya Çevre Günü olarak değerlendirilmesini, insanlığın bu çok hassas, fakat umursanmayan konuya dikkatlerinin çekilmesini kararlaştırmışlardır. Yine konunun hassasiyetine binâen bir ilke imza atıp, pozitivist ilim adamlarının da isteği üzerine, çevre kirlenmesinin azaltılması hususunda, din ve din adamlarından yardım istenmesini uygun görmüşlerdir.(3)
O halde yüce Dinimizin bu hususa bakışını özetle vermeye çalışalım:
Cenâb-ı Allah temizdir. Güzeldir. Latîf’dir. Hoştur. Bunlar O’nun yüce sıfatlarıdır. Elbette kullarının ve onların yaşadıkları mekânların da temiz ve güzel olmasını ister ve emreder.
Günümüzdeki tababetin ve kanunların prensibi; insan hastalanacak, güç ve kuvvetten düşecek veya dert içine girip yerleşecek ondan sonra o derdi çıkaracağız, hastayı iyileştireceğiz diye uğraşacak. Meselâ; güya veremle savaş ediliyor, onu ortadan kaldırmak, insanları bu belâdan kurtarmak için, masraflar edilip çalışmalar yapılıyor. Veremin en büyük amillerinden olan, ona davetiye çıkaran, içki, kumar, kumarhaneler, fuhuş, sigara, çevre pisliği vb. kötülükler ortada mevcutken, hatta bunlar çeşitli yöntemlerle (basın, yayın) teşvik ve tavsiye edilirken, veremle veya başka hastalıklarla savaş vermek abesle iştigalden başka bir şey değildir. Bu bir barajın önündeki bendin patlamasından sonra, onun suyunu kontrol altına alacağım diye uğraşmaya benzer. İslâm'ın metodu ise bu bent patlamadan bütün tedbirlerin alınıp, onun yıkılmasına fırsat vermeme prensibini esas alır. Yani hastalığa esas olan etkenleri kökünden kazımak, onlara fırsat vermemek için çaba sarf eder. Bu nedenle yukarıda sayılan ve sayılmayan, insanın hem maddi hem mânevi zararına olan her şey İslâm nazarında hor görülmüş ve yasaklanmıştır.
Resûlullah çevrenin kirletilmesine asla müsaade etmez, rast gele tükürülmesine bile razı olmaz, hasta olanları yaylalara gönderir, orada süt içerek ve temiz hava alarak sıhhate kavuşmalarını sağlamıştır. Kendisi Medine'ye geldiğinde 30 bin hurma ağacı diktirerek şehrin havasının güzelleşmesini sağlamıştır.
Sık sık şu sözler mübarek ağzından dökülürdü: “İslâm Dini temizdir, temiz olun, zira Cennete ancak temizler girer.”(4)
Allah ve Resûlünün bu tavsiye ve emirleri neticesinde İslâm âleminin ulaştığı temizlik seviyesini yine garplı yazarların kaleminden sizlere arz edelim:
ABD li medeniyet tarihçisi Will Duran tarafından kaleme alınan ve Abdurrahman Ahmet tarafından bazı bölümleri iktibas edilen “The Age Of Faith-İman Çağı” isimli eserinde 750-1058 yılları arasında İslâm âleminin durumundan bahsederken şöyle diyor:
“Filistin’de fakir köylerden ibaret olan yerler Müslümanların zamanında gelişmiş şehirler haline geldiler. Sur şehrinin hanları 5 veya 6 kat yüksekliğinde idiler. Trablus şehri güzel bir limana sahip idi. Bu liman 1000 gemiyi barındıracak büyüklükte idi. Antakya’da her evde akarsu vardı. Şam'da 100 adet umumi çeşme, 100 adet hamam, 120 bin bahçe vardı. 140 bin nüfusuna rağmen 572 cami vardı. Bağdat’ın nüfusunun 800 bine erişmiş olması muhtemeldir. Bağdat onuncu asırda dünyanın en büyük şehri idi...”(5)
Dipnotlar:
Özdemir, Münir Yükselmiş, a. g. e. s. 21.
Bilim Teknik Dergisi, 2000, Sayı 396, s. 60.
Özdemir, Münir Yükselmiş, a. g. e, s. 27.
Sağîr, c. 1, s. 66.
5-Abdurrahman Ahmet, “Garbın İslâm’dan Öğrendikleri”, Mihrab Yay. 1969, s. 87.
Dipnotlar:
1-İbrahim Özdemir, Münir Yükselmiş, a. g. e. s. 21.
2-TÜBİTAK, Bilim Teknik Dergisi, 2000, Sayı 396, s. 60.
- Özdemir, Münir Yükselmiş, a. g. e, s. 27.
4-Camiü’s Sağîr, c. 1, s. 66.
5-Abdurrahman Ahmet, “Garbın İslâm’dan Öğrendikleri”, Mihrab Yay. 1969, s. 87.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.