EĞİTİM MİLLİ İSE
21 Ağustos 2019, Çarşamba 08:57Kendi kendimizle buluşmamız gerekmez mi? Kendimizle buluşmak demek özümüze dönmek, değerlerimizi içimize sindirmek ve milli manevi ölçekli yaşamak demek değil midir?
Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, çağır
Durmak zamanı geçti,çalışmak zamanıdır….
Diyen rahmetli M.Akif’i anmadan geçemeyeceğim. Çalışan ve hakikaten gayret gösteren insan; dünyada niçin var olduğunu ne için yaşaması gerektiğini bilir. İnsanın hayatını kuşatan evreler onu belli bir şekle ve kalıba sokar. İnsanı hayata bağlayan ve onu çepeçevre kuşatan şekillendiren inançları yani değerleri vardır. Bu değerler ki; onun mayasını oluşturur ve insanı adam eder.
Huzurlu insan, kendine işine aşına toplumuna milletine devletine memleketine ve Rabbine karşı sorumluluklarının idraki içerisinde hayatını idame ettirir. Bunu dengeli yürütmesi demek duygusal olgunluğa ulaşması demektir. Zaten sürdürülebilir bir hayatın güzelliği de, insanın bilerek ne yaptığının farkında olarak yaşayabilmesidir.
Şimdi hayat sofrasında kendimize bir bakacak olursak içinde bulunduğumuz hallerin neler olduğunu görmeye çalışalım. Bir makine medeniyetinin kuşatması altındayız. Evet, teknoloji bizi her yönüyle kuşatma altına aldı. Makine medeniyetinin bir parçası olmayan yok hepimiz bunun farkındayız. Lakin olması gereken biz teknolojiye hâkim olacağımıza teknoloji bizi esir ve kendine bağımlı hale getirmiştir. Öyleyse hepimiz yeniden düşünmek ve kalkınmayı ve sürdürülebilir hayatı yeniden kulvarına olması gerektiği alana koymak zorundayız. Ya ona tamamen teslim olacağız ya da makinenin dişlilerinin basit bir parçası değil, onu hayra yönlendiren diriliş hassasiyetiyle maddeye yön veren bir kişiliğe sahip olacağız.
Hayatı anlamlı kılmayan değerler/kültürler başkasına kul köle olmaktan öteye geçmeyen, kendini tanımayan şahsiyetlerin oluşumuna zemin hazırlayan vesileler oluşturur. Ben ben gibi olmayacaksam, ben Yaratanıma kul köle olamayacaksam bu yaşamanın ne anlamı olabilir ki?
Hepimiz biliriz ki; okul aile ve çevre üçlüsü insanın/ferdin sosyal ahlaki ve fiziki gelişimini sağlar ya da başka bir deyişle onu hayata hazırlamaya çalışır. Lakin okulun derslerin müfredat programları şahsın şekil almasında onu dünya ve ahret hayatına ne kadar hazırlayabiliyor? Kültürel misyonu inanç değerleri belli olan bir toplumda mayanın yoğrulması ve şekillenmesin devlet politikaları veya ailelerin çocuklarının yetiştirilme hassasiyetinde ne derece dirayetli olduğunu söyleyebiliriz? Böyle bir uyum var mı? Yoksa sistem bir dayatma ile mi hareket edip müfredatı kendi ölçeğinde saklı tutarak hayata dirençle mukavemet gösterip kendi tipinde bir oligarşimi yaratmak istiyor?
Eminim ki herkesin kendi penceresinden bunlara karşı bir cevabı olacaktır. Bu cevaplar gönül gözünü ve yüreği ne kadar tatmin edebiliyor işte burada insanı düşündüren ve yönlendiren onun basiretli hali devreye girer.
Bir yazarın ifadeleriyle söyleyecek olursak: “Madde-ruh, inanç-akıl, medeniyet-kültür, fert-cemiyet, gibi temel hayati dengeleri sarsıcı ve düşünce- uyanış fırsatı bırakmayıcı bir gaflet yoğunluğunun baskısı altında alınan, bu sebeple de zamanı yönetmek mecalinden ve şuurundan mahrum edilmiş olan insan hür sayılabilir mi? O insan ve insanlardan meydana gelmiş bir cemiyet mutlu olabilir mi?”(A.S.)
İradenin ve milli şuurun/değerlerinin dışında kalıp, nefsanî arzuların peşinde koşan ve beton kalıplar arasında sığdırılan bir hayat cenderesinde sıkışıp kalmış ve hayatı sadece madde planında gören bir anlayışın ve metafizik bir âlemi yok sayan bir eğilimin eğitim zinciri halkasında yalpalayıp duran ve sadece madde planına eğilip mana âlemini ve sırlar bahçesini göremeyen, hal ve gidişatı tamamen manevi referanslara terslik gösteren bir insanın, kendi gerçeğine ulaşması ve Rabbini bulması, kendini tanıması, bilebilmesi mümkün müdür?
Zamanını Allah’ın(c.c.) OKU emrine sevk etmeyen idrak ve şuur yoksunu bir varlığın, iki günü birbirine eşit olmaması gereken bir insanın hangi ruh akıl ve şuurla hareket ettiğini bana söyleyebilir misiniz? Düşünmeye okumaya dinlenmeye ve tefekküre vakit bulamayan, hatta duygulanmaya ağlamaya bile fırsat bulamayan buna ruhen yaklaşamayan, hızın ve hazzın mahkûmu olan insan ne kadar doğrunun güzelin iyiliğin içerisinde ve çerçevenin odak noktasındadır. Hepimiz tabir caizse zamanı öldürmüyor muyuz?
İnsanı kendi gerçeğine ulaştıramayan bir sistem ona ne kazandıracaktır ki? Sadece haz almak, makineye eş değer görülmek ve nefsini mutmain kılmak onu mutlu etmeye yeter mi? Ya öteki tarafa olan durumumuz ne olacak? Asıl ihya edilmesi gereken, hazırlık yapılması gereken orası değil mi?
Habil ve Kabilin mücadelesi günümüzde aynen sürdürülmüyor mu?
Yine bir yazarımızın tespitiyle;” Türkiye 200 yıldır bir batılılaşma ve yabancılaşma, kendi öz ve milli değerlerinden koparılma terörüyle karşı karşıyadır. Bugün dini, kültürel, ekonomik, siyasi her alanda içine düştüğümüz bütün sorunların ana kaynağı bu batılılaşma yabancılaşma teröründen kaynaklanmaktadır.
Tanzimatçılar, Jöntürkler ve İttihatçılar Osmanlıyı içeriden kemirdiler ve nihayet batılı devletlerin yardım ve desteğiyle 600 yıllık çınarını yıktılar. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan bir müddet sonra ittihatçı artığı Kemalist, solcu, ateist, dinsiz, dönme, sabatayistler terör örgütleri devlet içinde devlet oldular ve Tazimatla başlatılan batılılaşma, yabancılaşma, soysuzlaşma hareketini bazen askeri darbelerle, bazen aba altından sopa göstererek, bazen seçilmiş iktidarları devirip devlet terörü ve baskıyla milletimizin İslam medeniyet ve kültüründen kopuşunu düşmanlarımızı imrendirecek bir zorbalıkla sürdürdüler.”(A.Erdem)
Öyleyse; mademki milleti çağ atlatacak ve kendi benliğine kavuşturacak olan eğitimdir ve mademki bizim inanç değerlerimizde bellidir ve peki öyleyse; biz şu anki uygulanan bu müfredat haliyle, bizim kendimize gelmemiz/ benliğimizi bulmamız mümkün müdür? Asıl sorun burada değil mi? Reçete belli ise uygulamaya niye farklı?
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.