FETİH VE FÂTİH -2
26 Mayıs 2015, Salı 00:00Eyüp Sultan diye maruf bu büyük sahabe Resûlullah Medine’ye gelince, Onu evinde aylarca misafir etmiştir. Peygamberimizi çok seven bu zat O'na; "Ya Resûlullah. Seni o kadar çok seviyorum ki, ölünce senden uzak kalmaya nasıl dayanacağım bilemiyorum. Emir buyursan da beni senin yanına defnetseler" deyince Peygamberimiz "Büyük surların dibinde senin kabrinin üstünde atların dolaşıp kişnediklerini görüyorum" buyurur.
Muaviye Hazretlerinin oğlu Yezid kumandasında İstanbul’u fetih gayesiyle tertiplenen orduya, çok yaşlı ve hasta olmasına rağmen, hatta akrabalarının bütün itirazlarına, torunlarının: "Dedeciğim. Sen yaşlandın. Cihat senden sakıt oldu. Müsaade et senin yerine biz gidip cihat yapılım" gibi tekliflerini kabul etmeyip, at üstünde duracak takati de olmadığı için, kendini eğere sardırıp, orduya katılır.
İstanbul’a gelince hastalanır ve surların en yakın yerine defnedilmeyi vasıyyet ederek vefat eder. Yezid vasıyyeti yerine getirir ve kabrin belli olmaması, Bizanslıların ona hakaret yapmaması için kabrin üzerinde atları dolaştırır. Böylece Allah Resûlü’nün seneler önce haber verdiği olay gerçekleşir.([1])
İslâmiyet’i kısa zamanda kabul edip Alpaslan'ın, Melikşah'ın dönemlerinde imparatorluğun en parlak günlerini yaşayan Selçuklular, "İ’layı Kelimetullah" uğruna Avrupa’ya kadar varabilmek için, arada engel olarak Bizans İmparatorluğunu görüyor ve bunu izale etmenin yollarını düşünüyorlardı.
İslâm âleminde parçalanmayı önlemek için küçük devletleri kendilerine katıyorlardı. Malazgirt bu hedefe varmak için büyük riski göze alarak yapılan bir savaştır.
Osmanlılar Avrupa kıtasına atlamışlar, Balkanları fethetmişler ama, ciğerlerinin içindeki ur gibi Bizans fethedilememiştir. Fetih gayesiyle 1396 ve 1402 yıllarında Yıldırım Bâyezid, 1414 de Musa Çelebi, 1442 de II. Murad İstanbul’u muhasara etmişler ama fetih gerçekleşmemiştir.
Tasavvuf ağırlıklı tarih kitaplarında şöyle olaylar da nakledilir: II. Murad, oğyu Mehmet ve maiyetiyle beraber olduğu bir anda huzura gelen Hacı Bayram-ı Veliye: "Efendi hazretleri. Dua ve himmet etsen de İstanbul’u fethetsem" deyince, seneler sonrasını Allah’ın Evliyaullaha verdiği keramet ve basiret sayesinde gören Hacı Bayram-ı Veli hazretleri: "O şeref sana değil de şu çocukla şu köseye inşallah nasip olacak" ([2]) diye Fatihle Akşemsettini işaret eder.
Bu sözlere ve evliyaullaha inancı tam olan II. Murad: "Fatih olamayacağım hiç olmazsa fatih babası olduğumu ölmeden dünya gözüyle göreyim, bu süreç bir an önce başlasın" diye 12 yaşındaki oğlu Mehmet’i Osmanlı tahtına çıkarır.
Fatih’in Doğumu-Çocukluğu-Tahsili:
Fatih; beşer tarihine ismi altın harflerle yazılan, Müslüman Türk’ün yetiştirdiği dünya çapındaki şahsiyetlerden en büyüğü, çağ açıp çağ kapayan mümtaz bir şahsiyettir.
30 Mart 1432’de Pazar günü sabah güneşin doğduğu sıralarda Edirne Sarayında doğmuştur. Annesi, Bursa’daki mahkeme sicillerine ve türbe kitabelerine göre, Hüma Hatun isimli bir Türkmen kızıdır.
II. Murad Hacı Bayram-ı Veli’den daha önce zikredilen manevi müjdeyi de alınca, oğlunun üzerinde daha bir hassasiyetle durmuş. Devrin en âlim ve fâzıl kişilerini O’nun tahsili ile görevlendirmiştir. Padişah oğluyum diye şımarmasın düşüncesiyle, küçük Mehmed’in gözü önünde Hocalarına kendini azarlatmıştır.([3])
Fatih çok zeki, çok haylaz, afacan, hareketli ve hırslı bir çocuktur. Bir gün bu hareketlerine kızan babası: “Haylaz herif sen adam olmazsın” diye bağırınca, yanlarındaki Akşemsettin: “Ey Allah’ım. Peder ne der, kader ne der” diye mırıldanarak, velayet kudreti ile istikbali temaşa edivermiştir.([4])
Fatih’in zekâ ve deha derecesini anlamak için, gençlik çağına gelmeden her şehzadeye öğretilen Çağatay lehçesi de dâhil, Arapça, Farsça, Yunanca, Latince, Sırpça, İtalyanca, İbrani’ce olmak üzere yedi dili hem konuşup hem yazması, her halde yeterlidir.([5])
Dipnotlar:
1- Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, c. 1, s. 135 dip not.
2- Ayverdi Samiha, “Edebi ve Manevi Dünyası İçinde Fatih”, 13. İstanbul Fetih Derneği Yayını, sayı 19, İstanbul 1953.
3- Yılmaz Öztuna, “Büyük Türkiye Tarihi”, c. 2, s. 472.
4- Zafer Dergisi, sayı 197, s. 31.
5- Yılmaz Öztuna, a. g. e. c. 2, s. 472.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.