Hânedan Mensuplarının Çektikleri Sıkıntılar (4)
29 Eylül 2017, Cuma 07:45Sultan 2. Abdülhamid’in torunu, 8 lisan bilen Mehmed Orhan Osmanoğlu Paris’te ABD askerlerinin mezarlarının bekçiliğini yapmış, kabirlerini temizlemiş ve 190 dolar emekli maaşı ile yaşayarak sefâlet içinde, son zamanlarda 38 kiloya düşerek ölmüştür. Gittiği yerlerde daha fazla bahşiş vermek gerekir diye kendisine Prens denmesini istemezmiş.
Bu zat doğup büyüdüğü şehir İstanbul’a 68 yıl sonra dönebilmiştir, ama gözleri görmez, bacakları tutmaz halde. 624 sene dedelerinin yaşadığı Topkapı sarayını 20 liraya bilet alarak ve sıraya girerek gezebilmiştir. Bu zat Paris’te 2 Türk ve para ile tutulmuş 4 Tunuslunun katıldığı cenaze töreni ile, fakir Hıristiyanların defnedildiği bir kabristana haçların arasında toprağa verilmiştir.(1)
Abdülhamid’in torunu Neslişah Saffet Osmanoğlu, Paris’te sokaklarda taklit olarak yaptığı tuğra levhaları satarak, çok çileli bir hayatla çocuklarını beslemeye ve okutmaya çalışmış. Avrupa Osmanlının tuğrasına bile para verirken bizimkiler Osmanlının kendine bu eziyetleri reva görmüşler. Bu hanım sultan Türkiye’de bırakıp sürgüne gittiği öz annesini 29 yıl sonra Türkiye’ye dönüşte görebilmiştir.(2)
Abdülhamid’in 4. eşi Müşfika katın efendi sürgüne gönderilmemiş, kızını göndermişler, bir daha birbirlerini görünceye kadar aradan 28 yıl geçmiştir. Bu kadın Efendi kahrından bu müddet zarfında hiç dışarı çıkmadan basit bir evde yaşamıştır.(3)
Abdülhamid’in en küçük oğlu Abid Efendi Paris’te seyyar satıcılık yapıp, kapı kapı dolaşarak bir sabun firmasının sabunlarını tanıtarak hayatını kazanmaya çalışmıştır. Fakirlik ilmühaberi çıkarıp devlet yardımı almaya çalışan veya başka devletlerin ve insanların ianesi ile geçinmek mecburiyetinde kalan hânedan mensupları olmuştur. Mısır kralının ianesi ile yaşayan şehzâdeler olmuştur.(4)
Sultan Vahdeddin’in kızı Sabiha Sultan ile son halîfe Abdülmecid Efendinin oğlu Ömer Faruk Efendinin evliliklerinden 1921 de Neslişah Sultan doğmuş, henüz 3 yaşında iken sürgün edilmiş, çocukluk ve gençlik yılları Fransa’nın Nice şehrinde çileler içinde geçmiş, daha sonra Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşanın oğlu Prens Muhammed ile evlenmiş, Nasır Mısırda ihtilal yapınca mallarına el konup ev hapsine alınmışlar, mahkeme edilip suçsuz bulununca serbest kalmışlar ve tekrar Fransa’ya gitmişlerdir.
39 yıl aradan sonra Türk vatandaşlığına müracaat etmiş, kabul edilmiş ve “Osmanoğlu” soyadını almıştır. Türk vatandaşlığına gireceğinde dedeleri olan Sultan Vahdeddin ve Halîfe Abdülmecid efendilerin dini neydi? Diye sorulmuş, kadın sitem edince, sert bir eda ile “formalite böyle biz sorarız sende cevap vereceksin” demişler.(5) Formaliteci bir millet olduğumuz için Müslümanların halîfesi olan insanların “dini neydi?” diye sormaktan geri durmamışız.
Bunlardan Sultan Abdülaziz’in torunu Mahmud Şevket Efendi sınır dışı edilince Mısırda bulunan halası Nermin Sultan’ın yanına sığınır. Aileler bölünüp parçalandığı için bir müddet sonra kızının İsviçre’de hastalandığını ve hastanede yattığını öğrenir ve yanına gitmek ister ama Mısır yetkilileri “Haymatios” yani vatansız olup ellerinde normal bir pasaport olmayınca çıkış izni vermezler.
Kendisine yardımcı olmaları için Türk Sefaretine gider ama bin bir hakaretle kapı dışarı edilir. Bir müddet sonra o günkü Mısır Diktatörü Nasır bu şehzâdeden pirelenmeye başlar ve derhal Mısırdan ayrılmasını ister. İster ama Elinde pasaportu yok, pasaportsuzda hiçbir devlet kabul etmez fakat bu en dar gününde Fransız elçisinden bir davet gelir gidip görüştüğünde, son derece nazik bir üslûbla eline Fransız pasaportu uzatılır.
Mahmud Şevket Efendi son derece memnun ve mahsus olur, gözleri dolar ve hayretler içinde bu jestlerinin sebebini sorar, Elçi şöyle açıklar: “Sizin büyük ceddiniz Kanûnî zamanında bize o iyilikleri yapmasaydı, bugün Fransa diye bir devlet olmayabilirdi.” (6) Ne ibretli bir olay. Biz bu hânedana bir defa iyiliğini gören gayri Müslimler kadar bile vefâkâr ve kadirşinas davranamamışız.
Sultan 5. Murad’ın torunlarından Ali Vasıb Efendi yaşadıkları vatan hasretini, Hürriyet Gazetesinin Londra muhabiri Doğan Uluç Bey’le yaptığı röportajda şöyle dile getirir: “İskenderiye’(den, Hayfa’dan Denizcilik Bankasının şilepleriyle Akdeniz gezilerine çıkarım. Maksadım gezmek değil. Gemiler Türk limanlarına da uğruyor. Türk yolcularla konuşurum, limanlara yanaştığımızda, toprağına basmamın yasaklandığı vatanımı güverteden dahi seyretmek, kor gibi yanan yüreğime ferahlık verir… Gurbeti, vatansızlığı anlayamazsınız. Hepimizin evinde Türk toprağı vardı. Yıllarca başucumda Çamlıca toprağı ile yattım. Çocuklarım Türkiye’de büyüsün, Türkiye’de evlensin, Türkiye’de yaşasın diye her işi denedim. Hamallık yaptım, yağlıboya tablosu sattım. İzin çıkınca koşarak geldik…” (7)
Dipnotlar:
1-Murat Bardakçı, “Son Osmanlılar”, İnkılâp Yay. İst. 2008, s. 50.
2-Murat Bardakçı, “Son Osmanlılar”, İnkılâp Yay. İst. 2008, s. 101.
3-Murat Bardakçı, “Son Osmanlılar”, İnkılâp Yay. İst. 2008, s. 171.
4-Murat Bardakçı, “Son Osmanlılar”, İnkılâp Yay. İst. 2008, s. 78, 173, 236.
5-Murat Bardakçı, “Son Osmanlılar”, İnkılâp Yay. İst. 2008, s. 61, 77.
6-İbrahim Refik, “Sohbet Tadında Târih”, Albatros Yay. İst. 2005, s. 202.
7-İbrahim Refik, “Sohbet Tadında Târih”, Albatros Yay. İst. 2005, s. 204.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.