Hastaneler (2)
13 Eylül 2021, Pazartesi 09:00İbni Sînâ’nın ta o zamanlar, fikir ve gönül hastalıklarına, yâni Aşk ve psikolojik hastalıklara el atıp tedavi ettiği görülmektedir. Aşk hastası olan ama derdini söylemeyen bir şehzâdeye, mahalle adlarını sorar ve nabzını dinler, en fazla nabzının attığı mahalledeki evleri tek tek sorup nabzını dinlemek suretiyle, sevgilisinin olduğu evi bulur ve ailesine söylemek suretiyle gençleri kavuşturur ve şehzâdeyi iyileştirir. Yine kendini inek zanneden ve pişirilip yenmesi gerektiğini söyleyen, yemeyen içmeyen, eriyip kuruyan, bir deri bir kemik kalıp ölmek üzere olan bir paranoyak şehzâdeyi de, muayene eder ve “yahu bu inek çok zayıf bu kesilmez, bunun kemiklerini mi yiyeceğiz, bu olmaz, bunun etlenmesi gerekir” diyerek yedirip içirip tedavi ettiğinden de bahsedilir.(1)
İbni Meymun Selahaddin Eyyûbî’nin doktorudur. Sahasında otorite olduğu için nâmı, şânı bütün dünyaya duyulur. İngiltere Karalı Richard kendisini tedâvi için İngiltere’ye istemiş ama o gitmemiştir.(2)
İslâm Medeniyetinin sosyal tezâhürü olan hastanelerin kuruluşları, mimârî ve estetik yapıları, çalışma ve hizmet anlayışları hakkında, İslâm Medeniyeti hakkında duâyen târihçi Prof. Dr. Fuat Sezgin muhteşem eseri “İslâm’da Bilim ve Teknik” kitâbında çok güzel ve detaylı bilgiler verir. Batının sefâlet içinde kıvrandığı o dönemlerde, Müslüman doktorların ve İslâm hastanelerinin verdiği hizmetler karşısında hayran kalmamak mümkün değildir.
Vakıf sistemini ihdas eden ve bu hususta dünyaya örnek olan Müslümanlar, yaptırdıkları bu sosyal hizmet kurumlarına öyle gelir getiren vakıflar kurmuşlar ki; her türlü hizmet bedava verildiği halde,(3) onların masraflarına bol bol yettiği gibi bütçe fazlası bile verdiği olmuştur.(4)
Selçukluların bu hususta uyguladıkları bir yenilik de; savaşlara deve ve katırlar üzerinde seyyar hastaneler götürmeleridir. Sultan Melikşah döneminde 40 deve üzerine yüklenerek gaza meydanlarına götürülen seyyar hastanelerden tarihler bahsetmektedirler.(5)
Batıda hastane denebilecek binalar, İslâm âleminden asırlar sonra devreye sokulabilmiştir. Onlara da hastane mi demek lâzım yoksa mezbaha mı demek gerek bunun kararını da, Alman Doktor Sigrid Hunke’nin yazdığı eserden nakil yaparak kararı okuyucuya bırakalım. Hunke Batılı Tarihçilerden yaptığı nakillerle Paris’teki Dieu Hastanesini şöyle yazıyor:
“Tuğla döşemeli zeminde kat kat olmuş samanlar. Hastalar, zemine serpili bu samanlara basarak, itişe kakışa geziniyorlar. Birinin ayakları diğerinin başına bitişik yatan hastalar. Çocuklarla ihtiyarlar yan yana. Belki inanılmaz ama gerçek! Kadınlarla erkekler birbirlerine karışmış vaziyette. Salgın hastalıklara yakalananlarla diğer hafif bir hastalıktan muzdarip bulunanlar bir arada. Doğum sancısı çeken bir kadın, göğüs göğüse sıkışmış vaziyette inliyor. Bir süt çocuğu ihtilaç içinde dönüyor, tifüslü bir hasta ateş içinde tutuşuyor, bir veremli öksürüyor, bir cilt hastası son derece kaşınan cildini öfkeli tırnaklarıyla koparıyordu. Hastaların en zaruri ihtiyaç maddeleri noksandı. Son derece sefalet içinde yaşayan insanlara has yiyecekler, kifayetsiz miktarda verilmekteydi. Bazen şehrin hayır sever hemşehrileri, onlara bol yiyecekler getiriyorlardı. Bu maksatla gece ve gündüz açık bulunan hastanenin kapılarından herkes içeri girebilmekte, istediğini getirebilmekteydi. Bir gün açlıktan yarı ölmüş bir duruma düşen hastalar, ertesi günü ölçüsüz derecede fazla şarap içebilmekte, şiddetli mide yorgunluğu netîcesinde bazıları ölmekteydiler. Bütün binada açıkça iğrenç haşereler kaynaşmaktaydılar. Hasta koğuşları o kadar mülevvesti ki, hemşire ve hasta bakıcılar ancak ağızlarında sirkeli sünger ile içerilerine girmeğe cesaret edebilmekteydiler. Cesetler uzaklaştırılmadan önce, umumiyetle yirmi dört saat veya daha fazla bir zaman ölüm döşeğinde bekletiliyor, bu müddet zarfında mütebaki (diğer) hastalar, cehennemî atmosferin içinde hemen koku neşrine başlayan etrafında yeşil at sineklerinin uçuştukları yatağı ölünün katılaşan vücudu ile birlikte paylaşıyorlardı.”(6)
İslâm âlemindeki bu ücretsiz sosyal hizmetler, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde de devam etmiştir. Osmanlının, cephelerde, savaşlarda başarılı olma sebeplerinden birini de tarihçiler bu oluşturulan vakıf sistemine bağlamaktadırlar. Vakıflar yol, su, kanal, okul, han, hamam, kervansaray…
Dipnotlar:
1- George Salıba, a. g. e. s. 148-151.
2- Ahmed İsa – Osman Ali, a. g. e. s. 156.
3 - Eva de Vitray, “Hz. Mevlânâ ve Sema”, T.C.Kül.Bak.İl Kültür Müd.Yay.Konya,s.67.
4 - Fuat Sezgin, a. g. e. c. 5. s. 65; Sigrid Hunke, a. g. e. s. 157.
5 - Corci Zeydan, “İslâm Medeniyeti Târihi”, Corci Zeydanc. 3, s. 385; Sigrid Hunke, a. g. e. s. 218.
6- Sigrid Hunke, a. g. e. s. 152. Hunke bu bilgileri o hastanede doktor bulunan Max Nordau’dan naklediyor. Avrupanın Ortaçağda nasıl kokuştuğunu daha iyi anlayabilmek için Kokuşan Asırlar (Temizlik-Tahâret-İslâm) isimli kitabımıza bakabilirler.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.