Hastaneler (3)
17 Eylül 2021, Cuma 09:17Batıda hastane denebilecek binalar, İslâm âleminden asırlar sonra devreye sokulabilmiştir. Onlara da hastane mi demek lâzım yoksa mezbaha mı demek gerek bunun kararını da, Alman Doktor Sigrid Hunke’nin yazdığı eserden nakil yaparak kararı okuyucuya bırakalım. Hunke Batılı Târihçilerden yaptığı nakillerle Paris’teki Dieu Hastanesini şöyle yazıyor:
“Tuğla döşemeli zeminde kat kat olmuş samanlar. Hastalar, zemine serpili bu samanlara basarak, itişe kakışa geziniyorlar. Birinin ayakları diğerinin başına bitişik yatan hastalar. Çocuklarla ihtiyarlar yan yana. Belki inanılmaz ama gerçek! Kadınlarla erkekler birbirlerine karışmış vaziyette. Salgın hastalıklara yakalananlarla diğer hafif bir hastalıktan muzdarip bulunanlar bir arada. Doğum sancısı çeken bir kadın, göğüs göğüse sıkışmış vaziyette inliyor. Bir süt çocuğu ihtilaç içinde dönüyor, tifüslü bir hasta ateş içinde tutuşuyor, bir veremli öksürüyor, bir cilt hastası son derece kaşınan cildini öfkeli tırnaklarıyla koparıyordu. Hastaların en zaruri ihtiyaç maddeleri noksandı. Son derece sefalet içinde yaşayan insanlara has yiyecekler, kifayetsiz miktarda verilmekteydi. Bazen şehrin hayır sever hemşehrileri, onlara bol yiyecekler getiriyorlardı. Bu maksatla gece ve gündüz açık bulunan hastanenin kapılarından herkes içeri girebilmekte, istediğini getirebilmekteydi. Bir gün açlıktan yarı ölmüş bir duruma düşen hastalar, ertesi günü ölçüsüz derecede fazla şarap içebilmekte, şiddetli mide yorgunluğu netîcesinde bazıları ölmekteydiler. Bütün binada açıkça iğrenç haşereler kaynaşmaktaydılar. Hasta koğuşları o kadar mülevvesti ki, hemşire ve hasta bakıcılar ancak ağızlarında sirkeli sünger ile içerilerine girmeğe cesaret edebilmekteydiler. Cesetler uzaklaştırılmadan önce, umumiyetle yirmi dört saat veya daha fazla bir zaman ölüm döşeğinde bekletiliyor, bu müddet zarfında mütebaki (diğer) hastalar, cehennemî atmosferin içinde hemen koku neşrine başlayan etrafında yeşil at sineklerinin uçuştukları yatağı ölünün katılaşan vücudu ile birlikte paylaşıyorlardı.”(1)
İslâm âlemindeki bu ücretsiz sosyal hizmetler, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde de devam etmiştir. Osmanlının, cephelerde, savaşlarda başarılı olma sebeplerinden birini de târihçiler bu oluşturulan vakıf sistemine bağlamaktadırlar. Vakıflar yol, su, kanal, okul, han, hamam, kervansaray…
Yâni insanların ihtiyacı olan her türlü sosyal tesisi yaptırıp, işletip, hizmete sunmuşlar, devlete ve orduya ancak savaşlarda başarılı olmak, zaferler kazanmak kalmış, onlar da bunu başarmışlardır.
Medreseler; o dönemlerde nüfus az olduğu için çok büyük olmasalar da, bugünün üniversiteleri karşılığıdır. Buraların içinde çeşitli fakültelerin yanında, tıp fakülteleri ve uygulama hastaneleri de mevcuttur. Buralar teorik ve pratik eğitim veren müesseselerdir. Buralarda talebelere mezun olmadan, diplomaları verilmeden bugünkü mânâda tezler hazırlattırıldığı yapılan araştırmalardan anlaşılmaktadır. Anadolu Selçuklularının en meşhur medrese, hastane ve tıp fakülteleri şunlardır:
Kayseri’de Çifte Minâreli Medrese (Şifaiye Darü’ş-Şifası yâni Tıp Fakültesi).
Amasya’da Sultan Muhammed Ulcaytu tarafından 1308 de yaptırılan Medrese ve Darü’ş-Şifa.
Sivas’ta 1217 yılında İzzeddin Keykavus tarafından yaptırılan Şifâiye Medresesi.
1242 de l. Gıyaseddin Keşhüsrev’in Konya’da yaptırdığı Sırçalı Medrese, yine aynı yerde Emir Celaleddin Karatay’ın 1251 de yaptırdığı Karatay Medresesi. İnce Minâre Daru’l-Hadisi, Tokat’da Halef Gâzi Zâviyesi, Sivas’ta Gök Medrese, 1272 de yaptırılan Çifte Minareli Medrese ve Burûciye Medreseleri.(2)
Fâtih döneminde hastaneye gelemeyen hasta ve yaşlılar olabilir düşüncesiyle, sultanın fermanı üzerine, doktorlar sokak sokak dolaşır, hastalara ayaklarında hizmet verirlermiş. Hastanelerden bıldırcın etinin eksik olmaması, hastalara gayet iyi bakılması hususunda fermanlar, son zamanlarda Osmanlı arşivleri üzerinde yapılan araştırmalar neticesi bulunmuştur. Ayrıcı sokaklardaki zararlı atıkları toplayan veya hastalık bulaştırmasınlar diye üzerini mikrop öldürücü kireçle örten görevliler istihdam edilmiştir.(3)
Tekrar tekrar yazıyoruz ki, okuyucularımızın zihninde perçinlensin; Batıda özellikle akıl ve ruh hastalarının ruhuna şeytan girmiş diye, değil tedâvi, akıl almaz işkencelere tabi tutulup, neticede diri diri yakıldığı veya toprağa gömüldüğü dönemlerde, İslâm âleminde ve Osmanlı’da bu tip hastalar, Bimarhânelerde lüks ve konfor içinde müzik, su ve kuş sesleri dinletilerek tedavi edilmiştir.
Dipnotlar:
1- Sigrid Hunke, a. g. e. s. 152. Hunke bu bilgileri o hastanede doktor bulunan Max Nordau’dan naklediyor. Avrupanın Ortaçağda nasıl kokuştuğunu daha iyi anlayabilmek için Kokuşan Asırlar (Temizlik-Tahâret-İslâm) isimli kitabımıza bakabilirler.
2 - Buralar teorik ve pratik eğitim yapan müesseselerdir. Mehmet Bayrakdar, a. g. e. s. 40.
3 - Osman Nûri Topbaş, “Vakıf-İnfak-Hizmet”, Erkam yay. İst. 2002, s. 32-33.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.
Yorumlar
mevlüt mülayim
19-09-2021 10:53Sayın Hocam, Kaleminize ve yüreğinize sağlık, Batı hayranları bunları da sayenizde öğrensinler ki Atalarımızın ne kadar büyük olduğunu bilsinler. Bu günde hepimiz Atalarımıza layık olmaya çalışalım. Sizlerden Allah razı olsun. Sağ olun, Var olun. Selam ve saygılarımla.