HILYE-İ ŞERİF (2)
01 Mayıs 2019, Çarşamba 08:31Giyinişleri: Resûl-iEkrem hazretleri giyinişlerinde muayyen bir tarz takip etmezler; izar, rida, gömlek ve cübbeden ne bulurlarsa onu giyerlerdi. Sâde giyinmeyi severler, yeşil elbiseden hoşlanır ve ekseriya beyaz giyerlerdi. Bazen işleme kaftan giydikleri de olurdu. Beyaz tenlerine çok güzel yakışan atlastan bir kaftanları vardı. Elbiselerini topuktan aşağı uzatmazlardı. Sarığının taylasanını omuzları arasına sarkıtırlardı.
Bazı rivayetlere göre Allah'ın Resûlü Hulle-i humra denilen, üzerinde kırmızı çizgiler bulunan yemen kumaşı kullanırlardı. Rasûlullahın irtihalini müteakip Hz. Aişe O'nun son dakikaları esnasında giydikleri elbiseyi halka göstermişlerdi. Bunlar yamalı bir örtü, el dokuması sert bir entariden ibaretti. Peygamberimizin ayakkabıları sandal şeklinde olup, bağları bağlanıp bu suretle ayaklarını tutarlardı.
Umûmi âdetleri: Peygamberimiz umûmiyetle sağ eliyle iş görmeyi severlerdi. Ayakkabılarını giyerken önce sağ ayakkabılarını giyerlerdi. Camiye girerken önce sağ ayağıyla adım atarlar, şayet birşey dağıtacak olursalar sağında bulunanlardan başlar ve bir iş yapacakları zaman besmele çekerlerdi.
Elbiseyi de önce sağdan giyerler, soldan çıkarırlardı. Peygamberimiz ashabı künyeleriyle çağırır, çocuğu olan kadınlara da künyeleriyle seslenirlerdi. Çocuğu olmayan kadınlara da bir künye bulur ve öyle seslenirlerdi. Böylece herkesin gönlünü hoş ederlerdi.
Yemek yiyiş tarzları: Peygamberimiz zâhidane bir hayat yaşadıklarından, bulduklarını yerler ve kalabalıkla yemekten zevk duyarlardı. Yemeği yere diz çöküp, iki ayağı üzerine oturarak, besmele ile yerlerdi. Çok sıcak yemek yemezler ve sıcak yemekte bereket olmayacağını söylerlerdi.
Allah Rasulü elenmemiş arpa unundan yapılan ekmeği yerler, salatalığı da taze hurma ve tuz ile yerlerdi. Su içerken üç kerede içmeyi âdet edinmişlerdi. Her defasında besmele ile başlar ve hamd ile bitirirlerdi. Cemaat içinde su veya süt içtiklerinde kabı hemen sağındakine verir, böylece devretmesini arzu ederlerdi.
İçtikleri kaba üflemezler, nefes vermezlerdi. Kabı uzaklaştırdıktan sonra nefes alır veya verirlerdi. Evin içinde bir cariyeden daha utangaç hareket ederler, yemek istemezler; ancak sofra kurulursa yerlerdi. Yedirilenden yer, içirilenden içerdi. Yiyecek ve içeceği bizzat kendisi aldıkları da olurdu.
Uzuna yakın orta boylu, fakat uzuna daha yakındı. İki omuzunun arası genişçe idi, iri kemikli, iri yapılı, güçlü kuvvetli ve yakışıklı bir insandı. Cildi yumuşak, teni kırmızıya çalan beyazdı. Kirpikleri siyah ve uzundu. Gözleri kara ve büyükçe idi. İki kaşının arası açık, fakat kaşları birbirine yakındı. Saçları ne dümdüz ne de kıvırcıktı. Mübarek başlarından omuzlarına doğru uzanan saçları, kulak yumuşağına kadar inerdi.
Sakalı sık ve bir tutamdı. Büyük başlı ve hilâl kaşlıydı. Alnı yüksek, burnu çekme, boynu uzun, göğsü genişti. Karnı ile göğsü bir idi, şişman değildi. Zayıf da değildi, sıkı etliydi. Ayaklarının altı çukur idi; düz taban değildi. Gözleri uzağı görür, kulakları uzaktan ses alırdı. Yanakları ne şişkin ne de çöküktü. Ağızları genişçe idi. Dişleri sık ve çok güzeldi. Yüzünün bütün çizgileri görünürdü. Omuzları etli, omuz kemikleri enliydi. Peygamber Aleyhisselam o kadar güzeldi ki, Sahabeden birçoğu yemin ederek: “ne O’ndan önce ne de O’ndan sonra Hz. Muhammed’den daha güzelini görmedik.” demişlerdir.
Hepsinin ayrı ayrı yazılış sebep ve serüveni olan, Osmanlı Divan Edebiyatındaki yüzlerce “Hilye” den birinin hikâyesini buraya alıyorum:
Hâkânî Mehmet Bey, saray çevresinde doğan, tahsil ve terbiye gören, sancak beyliği ve Dîvân-ı Hümayûn (Bakanlar Kurulu) da muhasebecilik yapan çok muhterem bir insandır. Bir gün Divan kâtiplerinden biri hastalanınca, yerine vekâleten Mehmet Bey’in girmesi kararlaştırılır. Dîvan da o gün önemli konular da görüşülecektir.
Hâkânî Mehmet Bey, son derece muttaki, mütedeyyin, hüsnü ahlâk sahibi, gönül ehli, peygamber aşığı bir zattır. Aylardır karanlık gecelerin nurlu sabahlarında aradığı, bulduğu, gördüğü, kendini huzurunda hissettiği, manevi potasında eridiği, manevi zevklere gark olduğu, lâhûtî âlemlerde dolaştığı, seher bereketinden istifade ederek yazdığı 712 beyitlik eserini tamamlamış ve bu kıymetine paha yetmeyen eserini çalışma bürosuna götürmüştür.
Devrin Sadrazamı Sinan Paşa, şairin çalışma yerindeki kitaplığında bu ölümsüz eseri tesadüfen görmüş, koltuğunun altına alıp evine götürmüş bir gecede üç defa okumuş, büyülenmiş, efsunlanmış, hayretler içinde kalmış ve eseri devrin sultanına da takdim etmiş, Sultan lll. Mehmet’de aynı duygularla hayran kalmış ve nadirattan olan bu eseri şairin de haberi olmadan kısa zamanda 5 nüsha istinsah ettirmiş (çoğalttırmış) ve üst düzey devlet ricalinin okumasını emretmiş. Kısa zamanda devlet gündemine oturmuş, herkes eseri ve yazarını konuşuyor ama Mehmet Bey’in bir şeyden haberi yok. O yine o mütevazı, samimi ve dervişane yaşantısına devam ediyor, görevini icra ediyor.
Mezkür toplantının bitiminde kâtipler salonu terk ederken sadrazam paşa “hele biraz durum bakalım” deyince herkeste bir tedirginlik bir tereddüt hâsıl olur, acaba ne var da toplantı bittikten sonra böyle sıra dışı bir şekilde durduruldular?
O günlerde hem şeyhülislâm hem de hâce-i sultan (padişahın hocası) olan Hoca Sadettin Efendi: “Hele biraz yakınımıza gel Mehmet Bey” deyince bu mütevazı ve mahcup insanın yağları eriyor, acaba sultan da kafesli mahfilde olabilir mi? Diye o tarafa mahcubane bir bakış attıktan sonra titreyerek ortaya doğru yaklaşıyor.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.