İLİM İRFAN
26 Aralık 2017, Salı 07:19Çeşm-i insâf gibi kâmile mîzân olmaz.
Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz.
Eylesen her ne kadar tûtîya ta’lim-i lisân,
Sözü insan olur ammâ, özü insan olmaz.
Tâlib-i Kadim
“Kamil insanlara insaf gözü gibi terazi olmaz. Baktılarmı hak ve hakikati görürürler. Kişiye noksanını bilmek kadar da erdemlilik olmaz. Papağana her ne kadar konuşma ve lisan öğretsen de, sözü insan sözüne benzer ama, özü insan olmaz.”
İslâm literatüründe ilim ve irfan kelimesi çoğu zaman yan yana kullanılır. Çünkü Yüce dinimize göre irfansız ilimin kıymeti yoktur. Çünkü ilim: Bilme, irfan ise: anlama, bildiğinin künhüne vakıf olma, bildiği şeyin yararlı ve zararlı yanlarını görebilme, İlâhî bir feyiz olarak kâinatın sırlarına muttali olma gibi geniş manalar ifade eder. “Nakışta nakkaşı bulabilmek irfandır.” demişler. Ortada bir nakış var, bunu görmek bilgidir, ilimdir, ama onu bir yapanın olduğunu takdir etmek, o sanatkârın varlığına vakıf olmak irfandır. Tıpkı; kâinatın varlığını bilip, onu var eden Allah’a ulaşıp iman edebilmek gibi. Necip Fazıl merhumun:
Yön yön sarılmışım ne yöne baksam
Sarılan olur da, saran olmaz mı?
Kim bu yüzü çizen sanatkar ressam
Çizilen olur da çizen olmaz mı?
Dediği gibi. Fars şairi de ilmi olup irfanı olmayan kişiyi, kanadı olup da uçamayan kuşa benzetiyor ve şöyle diyor:
Âlimânrâ ilm hest ü râz nîst
Mürğânrâ bâl hest pervâz nist
“Âlimler görüyorsun ilmi var, irfanı yok. Kuşlar görüyorsun kanadı var, uçması yok”
“Tahsil cehaleti alır, eşşeklik bakı kalır (ilimle beraber irfan olmalı)” derler. Gerçekten dünyayı kana bulayan despotların, savaşları kaprisleri yüzünden başlatıp dünyayı acıya, kan ve baruta boğan zalimlerin, sadistlerin, satanistlerin, dünyaca meşhur hırsızların, organ mafyasında görev alan doktorların velhasıl her türlü kötülüklerde başrol oynayan aktörlerin bir değil birkaç fakülte mezunu oldukları halde, yine de bu kötülükleri yapabildiklerini görünce, bu sözlerin ne kadar hakikati haykırdığı daha iyi görülüyor. Bu sebeple Hz. Mevlânâ şöyle demiştir:
“Alçak bir herife ilim ve fen öğretmek, yol kesen bir eşkıyanın eline kılıç vermek gibidir.” (13872),
Şimdi o kapılarda istismar ediliyor ama, eskiden irfan kazanmanın en kesin ve kestirme yolu, gerçek tasavvuf erbabının rahle-i tedrisinde bulunmak veya bu ilim meclislerinin kapısında derbanlık (kapıcılık) yapmak imiş.
Derviş: Kapı gözleyen, kapıda duran, maneviyat kapısında, irfan ışığını bekleyen, irfan gıdası almak için uğraşan kişi manasınadır. Onun için şâir şöyle der:
Sorma aslın her kişinin izzetinden bellidir
Sohbet-i irfan görenler, hizmetinden bellidir
Günümüzde maalesef bu kapıları kapattılar, suyunu kuruttular, az çok kalanları da bulandırdılar. Acayip bir dönem başladı ki, Ferit Kam bu döneme şöyle sitem ediyor:
Devran-ı bî bakâda insan için aman yok
Erbab-ı akl ü fikre âsûde bir zaman yok
Sermaye-i hayatım iflasa oldu müncer
Arz ettiğim metâı beş paraya alan yok
Bu irfansız dönem insanını, bu dönemin ilim sahibi bilge kişilerini de şu fıkra gayet güzel sergiler:
Eskiden dağar derler topraktan mamul büyük kaplar vardı. Onun birinin içine bir öküz kafasını sokmuş, boynuzlar kenara takıldığı için çıkaramıyor. Sahipleri; “beldemizin bilge kişisine soralım hayvanı nasıl kurtarırız, nasıl en az zararla bu işi çözeriz?” diye müracaat etmişler, o şöyle bir düşündükten sonra; “öküzün boynunu kesin” demiş. Kesmişler yine çıkmayınca “dağarı kırın” demiş!..
Nasrettin Hoca bir ramazan ayında görev yeri bulabilmek için epey dolaşmış, her kapı yüzüne kapanmış, bütün camiler başkaları tarafından tutulmuş, biraz geç kaldığının farkında ama canı fena sıkkın. Bir köye varıp yine görev talep etmiş, köylüler demiş ki;
“Buranın bir ağası var, onunla görüş, zaten ücretini de o verir, söz ondan kesilir, biz fakiriz bir şeye karışamayız.”
Hoca ağayla görüşür ama, ağa gururlu, kibirli, lafazan, aynı zamanda (R) harfini çıkaramayan kekemelerden. Başlamış övünmeye; “Ben şöyle zenginim, böyle varlıklıyım, şu evler, şu tarlalar, şu hayvanlar…” benim. Hoca sormuş:
“Bunları nerden buldun?” Yani miras mı kaldı kendin mi kazandın? Manasına. Ağa:
“Bunları bana Yabbim verdi.” Deyince Hocanın zaten can burnunda, ellerini semaya kaldırmış ve şöyle demiş:
“Oh olsun Allahım! İsmini bile doğru dürüst söyleyemeyen şu cahillere verdikçe verin, bizleri de onların huzurunda süründürün. Oh olsun!”
Bursanın ileri gelenlerinden bir zat şair Lami Çelebi’yi evine davet eder. Şair eve gelince görmüş ki şairler, alimler, edipler bir sığıntı gibi kapının kenarında oturmuşlar ama ciğeri beş para etmeyen, cahil kaba fakat zengin olanları dip sedirde, minderlerin üstünde görünce şöyle demiş:
Mu’teberdir cihanda dûn-ı denî
Daima zillet üzere ehl-i hüner
Hâl-i âlem misâl-i deryâdır
Külçe altın çöker, ciyfe yüzer
İrfandan nasibi olmayan bu tip insanlardan bir gurup Nasrettin Hoca ile dalga geçmek maksadıyla; “hocam sen Farsça bilir misin?” demişler. Hoca “elbette bilirim” demiş. “O halde biraz konuş bakalım” dediklerinde Hoca, onların ağzının payını şöyle vermiş:
Koca dünya eğri büğrü dönerest
Dostun koyup düşmanını öğerest
Lâle sümbül urba bulmaz giymeye
Acı soğan kat kat urba giyerest
“Hocam bunun neresi Farsça, bu bildiğimiz Türkçe” dediklerinde Hoca; “sonlarındaki “est”leride mi görmüyorsunuz be terestler” demiş.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.