İNCİLİN TAHRİFİ VE DİYALOG
01 Haziran 2016, Çarşamba 09:44Toplumların tarihlerinde kendilerine ait süreç içerisinde yaşadıkları olayları anlatan ve nesillere de aktarılarak böyle öğretilmeye çalışılan hafıza eğitimleri/tarihsel bilinçleri vardır.
Hangi toplumun tarihi serüveni olursa olsun, kendi değer yargı ve anlayışlarına göre değerlendirdikleri ve nesillerinde haberdar olmasını istedikleri o toplumun özüne ait kendi sistem anlayışıyla da bağlantılı olarak değer kazandırılmaya çalışılan ve “sahip değerler” olarak lanse edilen, sistemin kabul gördüğü ve halkında kabul görmesini arzuladıkları millet olma bilincine ulaşmada en önemli aşama olarak takdim gören bu değerler, elbette her toplumsal yapıda ayrı bir çatı/kemik yapısı oluştursa da genelde; öze ait bu dokunun kemikleşme sürecini sağlamlaştırmada en hayati faktör olduğu gerçeğini bilmek zorundayız.
Tarihi olayların hemen her toplumsal yapı üzerinde iz bıraktığı/ ya da temelden sarstığı etkileri vardır. Tarihsel olayların oluşum aşamasına etki eden bir yüzeysel/zahiri nedenler olduğu gibi birde görünmeyen ya da o an için pek fark edilmeyen Bâtıni/içsel dinamikler olarak adlandırma yapacağımız tarihi ve toplumsal organizmayı derinden etkileyen başka sebepleri de vardır, mesela önemli kişiler/aileler-hanedanlar/veya bazı devletler bu sürece etki ederler ve bu etkileri de sosyal yapı üzerinde pozitif/negatif izler bırakır, sürecin algılanması ve tedbirleri ise idrak dediğimiz kavrama kabiliyetine ve toplumun direncine göre farklılıklar gösterir…
Tarihin hafıza eğitiminde öğrettiklerinin veya tarihi öğretilerin /sunuların perspektifinden bakıldığında tüm medeni hamlelerin/medeniyetlerin kaynak hareket noktasını dinlerin oluşturduğunu belirtebiliriz. Din duygusu /inanma, insana doğuştan verildiğinden, ateist olduğunu belirten biri bile aslında içindeki inanma duygularını bir kenara atıvermiş değildir. Nurullah Ataç kapısına ben dine inanmıyorum benimle bayramlaşmayın dese de, içindeki din argümanını atabilmiş değildir. Çünkü Bayramlaşmanın dini bir içeriği olduğunu biliyordu.
Arnold Toynbee’ye göre dinler medeniyetin oluşumunda baş aktör olup buna kaynaklık ederler. O halde, insanların hal ve hareketleri dâhil tüm davranış şekli, kayıt kabul ve düşünüşlerine varıncaya kadar bir otokontrol ve manevi bir mekanizma oluşturmaya matuf bir dini realite, insan hayatını tümüyle kuşatır ve O’na bu dünyada olmasının varoluş sebeplerini açıklar, insanları tefekküre hazırlar. Evrene ve yaşadığı çevreye iman noktai nazarından bir bakış/sezgi ile yaklaşımda bulunan birisi bu âlemin yaratılışı konusunda ne kadar bilimsel teorilerden yola çıksa ve birtakım nazariyelere atıfta bulunsa da nihayetinde düşünen bir akıl için varıp dayanacağı ve cevap bulabileceği tek yer, elbette Yüce Yaratıcı olacaktır.
Allah tarafından içlerinden seçtiği kulları aracılığı ile İnsanların, Tevhid inancı esasına davet edildiğini, kimilerinin Resul, kimilerinin ise Nebi olarak görevlendirildiklerini ve bazı peygamberlere de, Rabbimizin suhuflar gönderdiğini, sapkınlığa uğramış toplumların azgınlıklarında ısrarcı olmaları ile helak olduklarını, Sodom ve Gomore’nin ve Pompei şehrinin buna verilecek misaller olduğunu burada söyleyebiliriz. Semavi Dinlerin; Rabbimizin yeryüzü gezegeninde yaşayan kulları için buyurduğu ve kullarının başıboş olmadıklarını ve onların bir yaratılış gayesinin bulunduğu mesajını, içlerinden seçtiği peygamberleri aracılığı ile toplumların Tevhit esasından uzaklaşmaları ve/veya başka şeyleri İlah edinmeleri karşısında, yarattığı kullarının inkâr ve sapkınlık bataklığından kurtulmaları, tekrar selamete kavuşmaları/ulaşmaları için, gerçeği söylemek /hatırlatmak/tebliğ etmek ve insanları yeniden kurtuluşa ve dirilişe çağırmak/ve de bunları kendilerine iletmek üzere; Rabbimiz, peygamberlerini görevlendirmiş ve İlahi mesaj o yüce seçkin şahsiyetler tarafından bulunduğu coğrafyada oradakilere İlahi reçeteler olarak sunulmuştur.
Bu bağlam da bu ilahi emirlere uyanlar/uymayanlar/yaşayanlar/reddedenler olmuş, özelliklede peygamberlerden sonra toplumların tekrar sapkınlığa uğrayıp eski atalarının dinlerine tekrar yöneldikleri nefsi emarelerine boyun eğdikleri, Rablerine kulluk edecekleri yerde kullara kulluk etmeye başladıkları/ nefsini ve sadece dünyevi arzularını kendine hareket noktası kabul edenlerin şeytani bir hayatı/düzeni tercih ettikleri/zulümle iştigal ettikleri tarihin kaydettiği vakıalardandır. Roma’yı yakarak ve bunu gülerek seyreden bir zihniyetin, nasıl bir ruh zenginliğine! sahip olduğunu varın siz hesap edin.Ancak şu da var ki; Günümüzde de Neronların var olduğunu unutmayalım….
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.