İSTİKLÂL MARŞIMIZIN KABULÜ
30 Kasım -1, Pazartesi 00:00(12 Mart 1921) Her türlü yokluk, kıtlık ve imkânsızlıklara rağmen İstiklâl Savaşını kazanıp, tarihin seyrini değiştiren Türk Ordusu, kazandığı istiklalin alâmet-i fârikası olmak üzere bir marşın yazılmasını istemiş, TBMM bunu deruhte etmiş ve kazananlara mükâfatların verileceğini duyurarak ilânlarını yapmıştır.
Hamdullah Suphi Tanrıöver, Akif’ten bir marş yazmasını ve yarışmaya katılmasını ısrarla rica etmiş, finale kalan şiirler, Gâzi Mustafa Kemal’in başkanlık yaptığı Mecliste okunmuş, Mehmet Akif’in şiirini bizzat Hamdullah Suphi okumuş ve 724 şiirin arasında birinci olan İstiklâl Marşımız dakikalarca ayakta alkışlanarak, 12 Mart 1921 de kabul edilmiştir.
İstiklâl Marşımız ayakta alkışlanmış, ayakta kabul edilmiş ve ayakta dinlenmektedir. Bunu abes görenler, tuhaf karşılayanlar, fanatizminden dolayı bu kıyamı içine sindiremeyenler vardır. Ama bu hurmet, bu ta’zim bu milletin mayasında, özünde, cevherinde, geleneklerinde vardır. Mehter nevbet vururken, onu da hürmeten ayakta dinlemek mecbur idi.([1])
Mehmet Akif merhum Meclise emanet bir palto ile gelecek kadar zaruret içinde olmasına rağmen, şiirine verilen birincilik ödülü 500 lirayı (o gün için büyük bir servet) almamış, zorlanınca almış fakat bir hayır kuruluşuna bağışlamıştır. Bu marş benim değil milletim ve memleketimindir diyerek “Safahat” isimli meşhur eserine almamış, vefatından sonra kitaba ilâve edilmiştir. Kitaplarını da satmamış ve Devlet Kütüphanesine hediye etmiştir.([2]) Osmanlıda, şanlı ecdadımızda kitap satmak ilme ihanet telâkki edilmiş, mecbur kalıpta kitap satmaya kalkanlar kendi kitaplarını bile gizlice satma yoluna gitmişlerdir.([3])
Sahne-i siyaset, sahne-i cinayet demektir. Bizde politika; her ne pahasına olursa olsun, rakîbi diskalifiye etmektir. Yıllarca omuz omuza, kader birliği yapıp savaşan, aynı çadırda yatan, ekmek bölüşen, ölüme yürüyen insanlar bile, siyaset söz konusu olunca bir birinin gırtlağına sarılmaktan geri durmamışlardır. İşte bu dönemde Akif merhuma da onu kahreden baskı ve şiddetler uygulanmıştır.
İngilizler sömürgelerden getirdikleri Müslüman askerleri de Almanlara karşı savaştırdıkları için, onları Müslüman Osmanlı ile müttefik olan Almanlara karşı savaşmamaları hususunda ikna için Akif Almanya’ya gönderilmiş, cepheye kurulan hoparlör sisteminden karşı tarafa, yani İngiliz-Fransız siperlerindeki Müslüman askerlere vaaz etmiş, onları Almanlara karşı savaşmaktan vazgeçirmeye çalışmıştır. ([4])
Hatay’da referandum yapılacağında Türkiye’den halkı ikna etmeleri için tarikatçılar, şeyhler oraya taşınıp konuşturulmuş, propaganda yaptırılmış, hatta Mehmet Akif de Mısırdan oraya getirilmiş, konuşturulmuş, ama Akif’e 3 yıllık milletvekilliği döneminde öyle bir baskı uygulamışlar ki, bu söz ve şiir üstadı kişi, bu kelâm ve kemal timsali zat, Meclis kürsüsünden 2 dakika konuşturulmamıştır.([5]) Hatta bazı kişiler: “Akif vekilliği döneminde savm-ı lisan’a niyet etti yani; söz orucu tuttu” demişlerdir.
Bu siyasi baskılar neticesi Akif merhum Mısır’a gitmek durumunda kalmış, orada o kadar sıkıntılar çekmiş ki; Kendisi gibi sürgün olan Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu İbrahim Bey’e şöyle demiş: “İbrahim bey… Ben yemin etmeyi hiç sevmem ama yemin ederim ki; mecalim kalmadı. Bu yapılanlar bana çok ağır geldi. Perişanlığımın derecesini size şöyle anlatayım: Secde-i sehivsiz namaz kılamaz oldum. Namazda dalıp gidiyorum. Zihnim öyle perişan ki…”([6])
Şair ne güzel söylemiş:
Zalim idbara düşünce dinden istimdâd eder
Âdile fırsat düşerse, kinden istib’ad eder.
Yani: Zalim, karakteri bozuk kişi zora düşünce din ve din adamlarından her türlü yardımı ister, onlardan faydalanır. Muhtaç olmadığı dönemlerde ise onlara yapmadığı kötülük kalmaz. Ama o adil ve inançlı kişilere fırsat düşse onlardan intikam alma yoluna gitmez.
Akif ve Onun gibi daha birçok deha ve değer, o günkü siyaset arenasında boğalara boynuzlatılmış, sırtlanlara parçalatılmıştır. Hele Akif gibi ince ruhlu, nazenin yapılı, hüsnü ahlâk sahibi, vatan ve milletine hizmetten başka hiçbir düşünce ve emeli olmayan insanlar bundan çok incinmişlerdir. Son bir misal:
Akif Merhum mısırda perişan bir hayat sürerken, Güya Abdülhamid’in istibdad dönemine rahmet okutturan bir uygulamadan dolayı, bu siyasi zulüm ve baskıların etkisiyle dostları, arkadaşları, sevdikleri onu arayamamışlar, bir telgrafla birkaç satır mektupla hâl hatır soramamışlar, ihtiyacın var mı diyememişler. Hatta annesi vefat etmiş haber verememişler. Nihayet aylar sonra can dostu Ferit Kam, annesinin vefat haberini telgrafla bildirince, Akif şu çok ince sitem dolu sözlerle cevap vermiş: “Sizden bir ses çıkması için, bizden bir cenaze mi çıkması lâzımdı?”
Fakat ibret şudur ki; Fani dünya kimseye kalmıyor, bazıları rahmetle, bazıları da lânetle anılıyorlar. Aradaki fark bu. Şair bunu ne kadar gerçekçi ve duygusal dile getirmiş: “Bâkı kalan kubbede, hoş bir sadâdır.”
Dipnotlar:
1- İbrahim Refik, “Köklerden Göklere”, Albatros Yay. 3. Bas. 2001, s. 71.
2- R. Şükrü Apuhan, “Hedefe Yürürken”, Timaş yay. 1987, s. 128.
3- İbrahim Refik, “Köklerden Göklere”, Albatros Yay. 3. Bas. 2001, s. 118.
4- İbrahim Refik, “Tarih Şuuruna Doğru-2”, Albatros Yay. 7. Bas. İst. 2001, s. 138.
5- Mustafa Armağan, “Tarihimizle Hesaplaşma”, Profil Yay. İst. 2007, s. 32.
6- M. Ertuğrul Düzdağ, “Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar-2”,. s. 114.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.