KABİRLER (1)
24 Şubat 2016, Çarşamba 08:59Al bende benlik olmasın,
Kimseler halim bilmesin,
Nâm’u nişânım kalmasın,
Pinhânın olayım senin.
Seyyid Nizamoğlu
İnsanoğlu çok farklı mizaçta yaratılmışlardır. Bazıları var gurur ve kibirde şeytanı solamaya kalkıyor, bazıları da Yaratıcım yanında ben neyim ki, ismim-cismim, namım-nişanım olmasın, ben hiçbir şey istemem diyor, şiirdeki gibi bilinmeyi, tanınmayı bile arzu etmiyor, böyle olduğu için de, derviş dede gibi Allaha şükrediyor:
Bihamdillah ki bî-nam u nişanız adımız yokdur
Dil-i viranemizden özge bir abadımız yokdur
Derviş Hamid
“Allah’a hamdolsun ki; adımız, malımız, namımız, şanımız yoktur. Virane gönlümüzden başka sığınacak bir yerimiz de yoktur.”
Onun için kabirler çok farklıdır. Firavunlar gibi üstlerine piramitler yaptırıp dağlar yığdıranlar olduğu gibi, Hz. Mevlânâ, Sultan 2. Murat gibi; “en güzel kubbe Allah’ın gök kubbesidir, mezarımızın üzerine bir şey yapmayın ki, orayı devamlı temaşa edelim”([1]) diye “mahviyet” derecesine talip olanlarda olmuştur. Esas önemli olan Hz. Ebubekir’in buyurduğu gibi; “Kendine kabir değil, kendini kabire hazırla.”
Ama insanların çoğunluğu; “bayramlarda-seyranlarda bari ziyaretçisiz kalmayalım, fatiha’dan mahrum olmayalım, melul, mahzun ve mükedder durmayalım…” düşüncesiyle mütevazı bir mezar yapılmasını, en azından bir alamet, bir işaret olması için bir kabir taşı dikilmesini arzu etmişlerdir.
Fakat ifrat ve tefrit hayatımızın her safhasında devrede olmakta, bir fakirin bir ev parasını veya bir dükkân sermayesini kabirlere yatıranlar çıktığı gibi, hiçbir işaret ve emare koydurmayan, kabirleri tamamen boş bir tarla haline getiren Suudi Arabistan Devleti de vardır. Doğrusu Peygamber Efendimizin tavsiyesine uyup, “orta yolu bulmaktır.”
Avrupalıların kabristanlarına girildiğinde görülen manzara gayet mürettep, müzeyyen, mutantan… Her yer çiçeklerle donatılmış, mumlar yakılmış, bakımlı.
Dedelerimiz her şeyde her şeyin en iyisini yaptıkları gibi, kabir hususunda da kendilerine, torunlarını değil, ecnebileri bile hayran bırakıyorlar, ecnebiler onların kabir taşlarını çalabilmek, o sanata, o estetiğe, o mermeri mum gibi ısıtıp işleyebilen yüce ruha devamlı bakabilmek için uğraşıyorlar.
Millî kültürümüzün incileri, tarihimizin ibret levhaları, sanat tarihimizin ve bediî zevklerimizin asalet tuğraları, şanlı geçmişimizin tescil belgeleri mesabesindeki kabir taşlarımızın kadrini, kıymetini, önem ve ehemmiyetini bilememişiz, zaten onları okuyup ibret alacak nesillerimiz de kalmamış.
Hâlbuki Osmanlı kabristanları bir kültür deryasıdır. Bir edebiyat ummanıdır. Dünya ile ukba arasındaki ibret bahçesidir. Şanlı tarihimizin kudret ve azametini ilân eden tabir caizse reklam spotlarıdır.
Her kabirde altında yatan kişinin sanatı ve mesleğiyle ilgili bir işaret; İlim adamı, devlet adamı, sanatkâr, asker, esnaf, sade vatandaş… Hepsinin ayrı ayrı işareti var. Ayrıca vüzera (bakanlar), vükela (vekiller), süfera (elçiler), ulema merkadlerinin (kabirlerinin) hece taşlarındaki manalı ve ibretli sözler, şiirler, kelâmlar…
“Eski kabristanların muhtevasına muttali olan kişiler birkaç üniversite bitirmiş gibi bilgi sahibi olurlar” sözü hiçte mübalağa değildir.
Ferit Kam rahmetli: “Yerin altı beni üstünden daha fazla ilgilendirdiği için, sık sık mezarlıklara gidiyor, kabir taşlarına bakarak taş kalbimi yumuşatmaya çalışıyorum.” Dermiş ne kadar çarpıcı bir tespit. Çünkü dünyada kalacağımız azami 80-90 sene, ama orası yani uhrevî âlem, inancımıza göre ebedi ve sonsuzdur.
Dipnotlar:
[1]- Yılmaz Öztuna, “Büyük Türkiye Tarihi”, Ötüken Yay. 1971, c. 2, s. 429.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.