KAHVE VE KAHVEHANELER (1)
16 Kasım 2015, Pazartesi 00:00Türlü türlü dert için vardır devası kahvenin
Hem sezâdır ki, yapılsa bin senası kahvenin
Bir beyaz fincan içinde her öğünde bir kerre
Şürbedenler niçin olsun mübtelâsı kahvenin
Kahve esved, kâse ebyad, kâkül-i sîm ten gibi
Bir acep lezzet verir kalbe sefası kahvenin
Kırk kadem yoldan dahi duysam beni bir hoş eder
Kavrulurken, çevrilirken, rayihası kahvenin
Veysel Karanî; Peygamberimizi görebilmek için ta Yemenden yürüyerek Medine’ye gelen, adı bugün bile dillerden düşmeyen, ilâhi ve kasideleri söylenen ehlûllahtan evliyaullahtan bir zattır. İnançlı ve ihlâslı bir mümindir. Çok fakir ve deve çobanlığı yapan birisidir.
Yemen dağlarında biten bu kahve bitkisini kaynatıp içtiğinde, daha diri, daha canlı olduğunu ve geceleri uykusunu geciktirdiği için daha fazla Rabbine ibadet imkânı bulduğunu fark eder. Ondan başkaları öğrenir, böylece kahve dünyaya yayılır. Rivayet böyledir. Bugün her ne kadar Güney Amerika devletleri ve başka yerlerde de kahve yetiştiriliyorsa da, en kaliteli kahve Yemen kahvesidir.
1554’lü yıllarda Yemen Valisi Özdemir Paşa Kanuni Sultan Süleyman’a ve üst düzey bürokratlara kahve gönderir. Böylece Osmanlı halkı arasında da kahve kullanımı başlamış olur. İlk zamanlar medrese mensupları karşı çıkar, tasavvuf ehli ise Veysel Karani’ye olan sevgi ve muhabbetlerinden dolayı bilâkis teşvik eder.
İki grup arasındaki kavga yaygınlaşıp halka da sirayet eder. Ayrıca sarhoşlar kahveyi mahmurluktan, sarhoşluktan ayılmak için kullanmaya başlarlar. O gün yeni yeni yaygınlaşmaya başlayan kahvehanelerde içki içilmesi, fitne ve dedikodu üretilmesi gibi bazı olumsuzluklarda görülmeye başlayınca; Kanuni mey ve işret meclislerini kesin olarak yasaklar. Bunun üzerine kahve müptelası şairlerden biri şu beyti söyler:
Humlar şikeste câm tehi yok vücudu mey
Ettin esiri kahve bizi hey zamane hey
“Şarap küpleri kırık, kahve fincanı boş, içki yok, hey zamane hey, kahvenin bile esiri olduk ama, bulmak mümkün değil.”
Tarihi tecrübeler göstermiştir ki; alışkanlık ve ibtila yapan şeyleri yasaklamak, çare olmuyor bilâkis tecessüsü artırıyor, kullanımı yaygınlaştırıyor. Nitekim öyle olmuş, bir müddet sonra bu yasak kalkmış ve bizden de Avrupa’ya atlayarak orada da yaygınlaşmıştır. Avrupa’ya kahveyi götüren Osmanlının Fransa elçisi Süleyman Ağa’dır.([1])
Her şeyin en güzelini ifa ve icra eden ecdadımız bu kahvehaneler hususunda da öyle enteresan uygulamalar yapmışlar ki; şaşmamak mümkün değil. Bunlardan birisi “Allah Kerim” kahvehaneleri. Buralara gelen hali vakti yerinde olan kişiler, bir çay veya bir kahve içerlerse, iki veya üç kahve parası verirler, kahveci birinin parasını kasaya, diğer fazla verilenleri ortada duran bir kabın içine kormuş. “şuraya gidip bir kahve içeyim, Allah kerim, her halde bizim için bir şeyler bırakanlar olmuştur” diye düşünen fakirler, cebinde çay-kahve parası olmayan garipler gelirler bu fasıldan içerlermiş. Fırınlarda da “askıda ekmek” tabiri ile benzer uygulamalar yapılmıştır. Ziya Paşa şöyle yazmış:
Kahve-i rûyi siyahın, nef’i vardır bedene
Hak rahmet eylemeye tütünü icad edene
Rahmetlinin dediği gibi, aşırıya kaçmamak şartıyla kahvenin uyarıcı etkisi sebebiyle faydası vardır, ama tütünün ne büyük zararlarının olduğu günbegün ortaya çıkmakta ve yeni yeni tedbirler dünya çapında alınmaktadır.
Dedelerimiz eskiden çayı bilmezlermiş. Kahve alışkanlıkları o raddeye varmış ki, sabah bir şeyler atıştırır, hemen kahvelerini içerlermiş, bugün Avrupalıların yaptığı gibi. Dolayısıyla sabah yemeklerimizin adı kahve altı (kahvaltı) kalmıştır.
Ama şimdi bu alışkanlığımızı çaya inkılâp ettirmişiz çok çok da iyi olmuş. Çünkü kahve ithal, çay ise yerli malımızdır. Bir de son zamanlarda müptelası olduğumuz pirinç pilavını, düğünlerde, davetlerde bulgur pilavına değiştirebilsek çok iyi olacak, çünkü pirincin ekseriyetini ithal ediyoruz.
Osmanlıda bozulma dönemleri hariç, kahvehaneler özellikle “Semai Kahvehaneleri” denen mekânlar kültür yuvaları durumunda imiş.([2])
Meddahlar dinlenir, Karagöz ve Hacivat oyunları güldürür, kahramanlık destanları anlatılır, fıkra ve nükte ustaları marifetlerini sergiler, kassaslar (kıssa anlatanlar) icrayı sanat ederler, Peygamberimizin hayat hikâyesi ve İslâm Tarihinin olayları biraz da mübalağandırılarak, içine Şia şerbetleri katılarak anlatılır, şairler şiirlerini, saz ve söz ustaları marifetlerini sergilerdi.
Radyo, televizyon, gazete, atari ve internet gibi insanları oyalayacak şeyler olmadığı için, buralar gerçekten toplantı yerleri, haber kaynakları, kültür mekânları, millî tarih, örf ve adetlerin tevarüs edildiği meclisler idi.
Dipnotlar:
1- Yılmaz Öztuna, a. g. e. c. 5, s. 397.
2- İbrahim Refik, “Köklerden Göklere”, Albatros Yay. 3. Bas. 2001, s. 143.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.