KENDİNİ YAŞAYAN ADAM; YA DA, SEYİT KÜÇÜKBEZİRCİ
05 Mart 2022, Cumartesi 08:00VEHBİ DURMUŞ
Çalı dergisinin dış kapağında bir resim, kasketli, bıyıklı bir adam, gözler hafif kısılmış, ilerilere doğru bakıyor, kimsesiz gibi, hüzünlü, ama kararlı...
Resmin sağ yanında da bir yazı "Son yürüdüğüm kırk yılın büyük bir bölümünde benimle birlikte yürüyen sevgili Vehbi Durmuş'a hatıra dileğiyle... 11.03.1999 Seyit Küçükbezirci imza."
Bunu benim malzeme olarak kullanabileceğimi nereden bilebilirdi?
Saygıyla, sevgiyle, hürmetle... Filan dememiş, hatıra dileğiyle demiş. İşte bu bir halk deyişidir. Onun tüm feyzini aldığı halktan bir deyiş...
Aklıma gelmişken; O, öylesine güzel isim babasıdır ki, yazdıklarının tümünde bunu görebilirsiniz: Halka Dağın İnsanları, Sarışın Bulutlar, Mükremin, İki kere İkilik İnsanlar; Dün-Bugün-Yarın, Akdeniz Ateşi...
Ünlü folklorcu Cahit Öztelli 1960 yılında Atatürk Öğretmen Okulu'nda bize derse gelirdi. Konya’lı olduğumuzu öğrenince, "Konya'ya gidince Seyit Küçükbezirci'yi görün, o basın tarihinin ne genç kalemi, en ergin, en güçlü kalemidir, ya siz nesiniz ya..." gibi bizi alaya alan, ya da hırslandırmak için söylediği sözleri unutmuyorum.
Kadere bakın ki aradan 4-5 yıl geçtikten sonra Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü'ne geldiğimde sınıfta herkes arkadaşlarını bulmuş ve oturmuş, en arka sırada tek bir kişi oturuyor, ben de yanına gidip oturdum, hiç konuşmadık, dinlenme arasında birlikte dışarıya çıkıp birlikte giriyoruz, ama hiç konuşmuyoruz, birkaç ders böyle sürdü sessiz diyalogumuz.
Bir gün bana "Hadi seni gazeteye götüreyim", dedi ve sessizlik bozuldu. Hemen aklıma Öztelli'nin söyledikleri geldi, Bu Seyit Küçükbezirci’ydi... Ömrümce kendimi yaşamak istedim, ama yaşayamadım. Kendini yaşayan bir adamla karşılaştım: Seyit Küçükbezirci...
Hiç olmazsa O'nun kendini yaşamasını seyretmeliydim, 'yanında bulunarak bende kendimi yaşamış gibi olurdum, diyordum,' böylece başlayan bir beraberliğin adımlarını atmaya başlamıştık.
Küçükbezirci, çocukluk ile gençlik yaşı arasında gazeteye düşmüştü, matbaa mürekkebinin kokusuyla tanışmıştı, artık iflah etmezdi, bu ortam onun yaşamının en önemli bir parçası olmuştu. Ancak o bu hayatın gücünü hiç bir zaman kendi çıkarları için kullanmamıştı, bu yönüyle ayrıca değerlendirilmesi gereken birisidir.
Ben de matbaaya gidip-geliyordum. Son dersten sonra eski matbaacılar sokakta bulunan "Şehir Postası" gazetesinin hem hazırlandığı, hem yayınlandığı o küçücük binanın içinde sevdiğim, saydığım bir insanla birlikte olmaktan ve gazeteye katıldığımı sanmaktan mutlanıyordum.
Böylece günler, aylar geçip gidiyordu. Ne ben bir yazı yazma isteğimden söz ediyordum, ne de o bir öneride bulunuyordu.
Hâlâ kullandığı Optima yazı makinesini bir gün benim önüme sürdü ve "Bunu kullanmayı öğrenmelisin" dedi. Ben hayatımda bir yazı makinesini kullanmamıştım. Nasıl kullanılacağını da anlatmadan konuşmamız bitmişti.
O beni beğeniyor veya bir ümit görüyordu, ama ben korkuyordum, onunla hiçbir şey konuşmadan gidip-geliyordum...
Bu tutumunu şimdi değerlendiriyorum; O, iyi öğretmendi, bir şeyin nasıl öğrenilmesi gerektiğinin bilincinde ve ayrımındaydı. Öyle de olmuştu, ben kendi kendime daktiloyla yazı yazmaya başladığımda da bir şey söylemedi, ne beğenisini ne de eleştirilerini belli etmedi...
Bunları niye anlatıyorum ki...
O, Konya basın hayatında Konya'nın bataklık gibi sorunlarının nilüfer çiçeğiydi, rüzgârların taşıdığı bir soluk gibiydi, ama acıların içindeki bir sürgün çocuk gibiydi, yapayalnızdı, onun gibi bakan birileri daha yoktu sorunlarına Konya'nın, Türkiye'nin... Her büyük olay ve kişide olduğu gibi daha çok sonraları anlaşılabilecekti. Şimdilerde, verdiği savaşımlarının ürünlerini, az da olsa görmeye başladığını hissediyorum.
Onun anlattıklarını veya önerdiklerini hep birer pembe düş gibi görenlere karşın o projelerini durmadan kafasında yaşar, evirir-çevirir, olgunlaştırır ve bıkmadan bekleyerek uygun zamanı gelince ortaya koyuverir... O hiç unutmaz, nesnel arşivciliği yanında zihinsel arşivciliğini de hiç ihmal etmez. Günler geçtikçe yığılan bu arşivin içinde kendine göre düzenlemeler yapar ve neyin ne zaman nerede, nasıl gerçekleştireceğinin düşlerini kurar. Akdeniz Ateşi yazıları bunların çok küçük bir parçasıdır.
O Konya'nın, Türkiye'nin, sanatın düşlerini emzirir; büyütüp salıvereceği günden umudunu kesmeden...
Onu hep Rudyar Kipling'in "EĞER’i ile anımsarım nedense... Orada söylenenlerin tümü Küçükbezirci'de vardır. Kipling "EĞER"ini Küçükbezirci'yi tanıdıktan sonra yazmış olamaz...
Şehir Postası gazetesinin dar, loş, soğuk odalarında sabahlara kadar durup dinlenmeden çalıştığımız günlerin; aç, susuz, simit, ve bafra bile alacak paramızın olmadığı günlerin tadını şimdilerde duyabileceğimizi sanmıyorum...
O yıllarda Küçükbezirci; okula gider, gazete yönetmenliği, başyazarlığı, Selçuk Eğitim Enstitüsü Öğrenci Derneği Başkanlığı yapar. Bu da yetmiyormuş gibi Aslım'da ıspanak eker, tere tohumu üretir, Alakova'da soğan eker, ama bir türlü para kazanıp da kafasında yaşattığı matbaa ve yayım hayatını gerçekleştiremezdi.
Konya'ya sevdalı bir Konyalı'dır Küçükbezirci. Bunu Konya'yı ve Türkiye'yi sevebilen bir Konyalı'dır diye de söyleyebiliriz.
Bu adamın küçük sevinçleri de vardır; küçük sanılan büyük aşkları da... Onun aşkları sanal bir aşk mıdır yoksa gerçek bir aşk mı? Bilinmez, ama bilinen birşey varsa o da; O, bu aşkın sesinin peşine takılıp giderken yine gerçek kimliği olan sanat ile sarmaş dolaştır. Kısacası, belki de kendi kendine yarattığı bu aşkın peşinde koşmak onu özgün bir kişi yapar.
Hayatında, ya da kaderinde, gökle ilgili her cisim ve her kavramı ad olarak taşıyanlarla, anlatılmaz ve izah edilemez rastlantısal bir yol kesişmesi var Seyit'in... Çok tuhaf ve çok ilginç bir yazgı...
O, Konya için, belki de Türkiye için lüks bir adamdır: Onun düşüncelerinin henüz gerekli olmadığı gibi bir kanıya sahiptir çoğu insanlar. Halbuki o kafasındaki, ne olursa olsun gerçekleştirmeye koymuşsa kimse ve hiç bir şey onu durduramaz. Ancak yapacağı şeyleri çok uzun bir zamanda ve inceden inceye plânlar. Savaşmaya çıktığında ne kendisine ihanet edenleri, ne de düşman olanları hiç söylemez ve onlardan hiç bir şekilde söz etmez. O, yalnız bir savaşçıdır artık, hiç kimseden yardım istemediği gibi yardım etmedikleri için de onları hiçbir yerde, hiçbir şekilde eleştirmez ve düşmanlık beslemez. Ama haksızlık yapanlar kendilerine düşmanlık yapabileceği kanısını taşırlar, ta ki gerçeği görecekleri güne kadar, onun için bu durum Küçükbezirci için bir şanssızlıktır.
O, Türk folklorunun olduğu kadar, toplumsal hayatın, siyasal hayatın, Türk kültür hayatının yılmaz bir savaşçısı, kendi deyimi ile "Selçuklu’nun, OsmanlI'nın ve Türkiye Cumhuriyeti'nin gerçek mülk sahibi"dir, yılmaz bir savunucusudur. Bu adam, Türkçe’yi "Sürmene Bıçağı" gibi kullanır, ölmez izler bırakır.
O, zaman zaman Gazi Kemal'e, zaman zaman da Sezenle dostluklarının sıcaklığını yaşadığını söyleyecek kadar içtendir; ancak bunu söyleyebildiği kişilerin sayısının çok az olduğunu da vurgulayalım...
Sadi Irmak, babasını anlatırken, "O bozkırda akıp giden bir ırmak gibidir" diyor. Küçüçbezirci için aynı sözleri sanırım yıllar sonraki insanlar söyleyeceklerdir.
Ben babamı anlatmak istediğim çoğu zaman; öylesine bir rastlantı ki babamla Küçükbezirci tanıştıklarında aralarında açıklanamaz bir bağ hemen kuruluverirdi, Küçükbezirci yıllar sonra bana "Baban beni hemen anladı" deyiverdi.
Ancak, bu günlerde yaptığı Konya Kültür, Sanat ve Fikir Adamları Derneği çatısındaki çalışmalarının belediyelerce destekleniyor olması, buraya üye olan sanat ve fikir adamlarının etkinliklerinin ses getireceği inancımı yinelemek isterim.
Kısacası Küçükbezirci'yi anlatmanın o kadar kolay olmadığını söylemeliyim. Onun biyografisi, önceden kolayca yazılabilecek gibi görünse de bir buzdağının su içindeki kısımları gibi bilinmeyen ve anlatılamayan iç dünyasını arşivinden ve yapıtlarından anlamaya çalışmak gerekecek.
Sevgili Küçükbezirci, sağlıklı, verimli çalışmalar dilerim.
Sakın bize şaka filan yapma... Çekip gitmeye kalkışma...
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.