Kokuşan Asırlar (1)
26 Haziran 2019, Çarşamba 09:03Bu zihniyet ve uygulamadan sonra, Papa ve papazların gayreti ve işgüzarlığı sayesinde ne denli bir cirk ve cife içinde yüzdüklerini yine kendi ilim adamlarından Mikheleten’e tasvir ettirelim: “Avrupa Ortaçağda takriben 1000 sene koktu ve kokuştu. Pis ve kirli olmak bir fazilet haline geldi. Bu çağda bütün Avrupa baştanbaşa kaşınıyordu.”(1)
Her dine ve mezhebe girişin sözlü veya hareketli belli bir umdesi, bir inanç tarzı ve töreni vardır. Bunlardan en sade ve kolay olan İslâmiyet’e giriştir. Bir cümle: Kelime-i Şahadet’i getirdin mi Müslümansın. Bunun yeri, zamanı, zemini ve şartı da yoktur. Her ne kadar şimdi Müslüman olmak isteyenler illa ki bir din görevlisine veya bir müftülük makamına gidiyorsa da bu şart değildir. İslâm’da böyle külfetler yoktur, eğer bilirsen, bu cümleyi kendi kendine Everest tepesinde söylesen bile Müslümansın. Ama diğer dinlere girmek bu kadar kolay değil, onlarda mesela Hıristiyanlıkta, mutlaka kilisede, bir papazın rehberliğinde, yeni doğan çocukların veya Hıristiyanlığa girmek isteyen kişilerin üstüne, sadece mayoları olduğu halde, yarı çıplak bir vaziyette kutsal vaftiz suyundan serpilmek suretiyle yapılır.
Vaftiz yapılacak olan ve kutsal sayılan bu su, bütün Hıristiyan âlemine Roma'dan götürülüp, oralarda başka sularla aşılanıp, karıştırılıp çoğaltılmaktadır. Bilhassa eski çağlarda, iletişim imkânlarının çok kısıtlı olduğu dönemlerde, bu suyu temin etmek çok zor olduğu için, israf edilmez ve senelerce beklediği için bozulur ve taaffün ederdi (kokuşurdu).
Hıristiyan ilahiyatçılarına göre; Hıristiyanların dini hayatı vaftiz olduğu andan itibaren başlıyor. Yani kişi vaftiz olduğu anda, her türlü günahlarından, yani maddi ve manevi kirlerinden arınmış, temizlenmiş, kutsal bir boya hükmünde olan vaftiz suyu ile boyanmış, tabir caizse galvanize edilmiş kabul edilir. Yeni ve kutsal bir hayata başlamış, yani yeni doğmuş farz edilerek, daha önceki hayatı hesaba katılmaz.(2)
İşte bu kutsal suyun ahırete kadar kalması, bu manevi zırhın bozulmaması, galvanize edilmiş madenler gibi kaplamanın deforme olmaması için bir daha üzerine su almak, yıkanmak, suya girmek… yasaklanmış, girenlerin iman zafiyetine hükmedilmiş, böylece kokuşma asırları da başlamış.
Hıristiyanların bu inançlarının yersiz, lüzumsuz ve zararlı olduğunu belirtmek için Yüce Allah şöyle buyurur:
“Allah'ın boyası ile (boyanın). Allah'tan daha iyi sibğa (boya) yapan kimdir? Biz ancak O’na kulluk ederiz.”(3)
Bu durumda âyet-i kerime'nin şu manada olduğu anlaşılır: “Allah'ın yaratışı varken ey Hıristiyanlar! Sizin bu çocuğu bir suya sokmanız ne fayda verir. Çocuğun ruhu bir su ile ne temiz olur, ne de Hıristiyan olur. Allah'ın boyamasından daha iyisini kim yapabilir. Onların ruhları Takdir-i Rabbani ile temiz ise, temiz olur, yoksa temiz olmaz. Su hiç bir fayda vermez.”(4)
Ortaçağda papazlar; bu kutsal su ile vaftiz olduktan sonra, bir daha yıkanmamayı dini bir vecibe telakki ediyor, bunu tavsiye ediyor, yıkanıldığı takdirde kutsal sihrin bozulup, ilahî tılsımın izale edilip vücudun korumasız kalacağını, dolayısıyla korumasız kalan bedenlere ve ruhlara da şeytanların, kötü ruhların hâkim olacağını söylüyorlardı.
Rahip Ethines derki; “Rahip Anteni, ömrü boyunca yıkanma günahını irtikâp etmemiştir. Rahip Abraham'ın yüzüne ve ayağına elli sene su değmemiştir” İskenderiye rahibi de şöyle serzenişte bulunuyordu: “Yazıklar olsun, bir zamanlar yüzün yıkanmasını haram addederdik. Şimdi ise hamamlara gidiyoruz.”(5)
Papazlar saplandıkları bu batıl inançları yüzünden bedenlerini ve elbiselerini yıkamazlar, saç ve sakallarını kesmezler, yanlarına yaklaşılamayacak kadar pis kokarlar ve bu hususta ne kadar ifrata gidilirse, dinlerine o derece bağlı olduklarını, hatta azizlik mertebesine bu sayede yükselebileceklerini! halka empoze ederlerdi. Halkımız arasında hâlâ saçı-sakalı uzamış, bakımsız, pis ve pejmürde olan kişilere “ne bu durumun papaz gibi” derler. Ortaçağda Fransa’yı ziyaret eden Müslüman âlimlerden Tartusî şöyle der; “Halkın elbise yıkama adetleri olmadığı için, giydikleri şeyleri artık giyilemeyecek kadar eskidikten sonra ancak çıkarıp atıyorlardı.”(6)
Dipnotlar:
1- Nüzhet Şakir Dirisu, İdroloji, İçme ve Kaplıca Tedavisi, s. 9.
2- İncil, Markos. 10: 35.
3 Bakara Sûresi, 138.
4- Mehmet Eminoğlu, Çağımızı Aydınlatan Kur’an Mûcizeleri, Hizmet
Kitabevi, Konya 1978, 5. baskı, s. 244.
5- Ali en-Nedvî, Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti,
Terc. İbrahim Düzen, Mustafa Topuz, Çelikcilt Mat. İst. 1966,s. 134.
6- Fernand Grenard, “İslâmda Tıp”, terceme Mehmet Coşkunses, Zafer
Dergisi, 1988, Sayı 137, s. 29.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.