OSMANLI VE TARİH DÜŞMANLIĞIMIZ (1)
22 Ocak 2018, Pazartesi 07:15Bizde Osmanlı Düşmanlığı:
Koca Ragıp Paşa bir beytinde şöyle der:
Şikâyet etmez idik cevr-i çerh ü ahterden
Şemâtet eylemese şâd olup adûlarımız
Yani: Düşmanlarımız mutluluktan dört köşe olup ortalığı şamataya boğmasalardı, feleğin ve bahtımızın bize ettiği eziyetten aslâ şikâyette bulunmazdık!
Şâirin dediği gibi; düşmanlarımız memnun ve mesrur olup bayram yapmasalar, “her kemâlin bir zevâli var” der, Osmanlının yıkılışına fazla üzülmezdik. Çünkü Elhamdülillah başka devletler ve medeniyetler gibi tamamen tükenip gitmedi. Her ne kadar adı değişse de, târihî teamüle uygun olarak onların torunları yeniden doğdu ve yepyeni bir devlet ortaya çıkardılar.
Fakat Osmanlıyı yakanlar öyle mankurtlaşmış bir nesil yetiştirip ortaya çıkardılar ki; aba ve ecdadını inkâr eden, reddi mirasta bulunan, geçmişini beğenmeyen, dedelerinden ve târihinden utanan, ben Osmanlı torunuyum demekten imtina eden (kaçınan) türedi bir nesil.
Yakın târihimizin enteresan ilim adamlarından Süheyl Ünver der ki; “Mâziyi ihmal, asil bir soydan geldiğini inkâr etmektir. Mâziye dönülmez ve dönülmemelidir. Fakat mâzisiz milletler kendilerine uydurma mâzi yaratırken, biz olgun ve yüksek medeni eserlerle dolu mâziyi nasıl yok ederiz.”
Yediden yetmişe Osmanlı hânedanını sürdük çıkardır. Rivâyete göre o günlerde Mustafa Kemal yalnız Hânedan üyelerinin erkek bireylerini sürmek istemiş, İsmet İnönü damatların, kadınların ve çocuklarında sürülmesini ısrarla istemiş,(1) bir müddet sonra yine Mustafa Kemal Paşa Hânedan üyelerini affetmek, memlekete dönmelerine müsâade etmek istemiş, yine rivâyete göre İsmet Paşa mâni olmuştur.(2)
Vahdeddin’in ölüm haberi kendisine gelince Mustafa Kemal Paşa; “çok namuslu bir adam öldü, isteseydi topkapının bütün cevahirini götürür ve öyle bir ordu kurup geri dönerdi ki...”demiştir.(3) Ama bu itiraflar bile o günkü tek parti yöneticileri ve Paşa’nın etrafındaki yağcılar, riyakârlar, menfaatperestler tarafından saklanmış, imha edilip gün yüzüne çıkması önlenmiştir.
Bununla da iktifa edilmemiş, Rize Mebusu Ekrem Rize’nin teklifi ile Türkiye Cumhuriyeti Dahilinde Bulunan Bilumum Mebânii Resmiye ve Milliye Üzerindeki Tuğra ve Medhiyelerin Kaldırılması Hakkına Kanun 15 Haziran 1927’de Meclis 1057 sayılı kanunla, Osmanlı Tuğralarının her yerden kazınıp kaldırılmasını kabul edilmiştir.
Bundan sonra tâbir câizse bir Osmanlı katliamı hattâ soykırımı başlamış, Osmanlı adına ne varsa yok edilmiştir. Daha doğrusu yok edilse insanın bu kadar ağırına gitmez. Sanki bir mütegallibe güzel bir eve geliyor, kapı zilindeki ev sâhibinin ismini kazıyıp kendi ismini yazıyor ve binayı işgal ve gasp ediyor.
Madem geçmişi beğenmiyorsunuz, yıkın kendiniz yapın, hayır o zor iş ama gasp etmek çok kolay.(4) Gaspın cezası günümüzde bile çok ağır. Nâmık Kemal’in “köpektir zevk alan sayyad-ı bî insafa hizmetten” dediği gibi, bu yağcıları, bu gaspçıları da târihin ve Türk milletinin gönlünde idama mahkûm olmuş ve bugün isimleri rahmetle değil, lanetle anılmaktadır.
Bu kanundan sonra tuğralar kazınmış, okul ve müessese isimleri kaldırılmış, kaldırılamayanlar kırılmış, buda mümkün değilse üstü alçılarla sıvanmış, kale ve kışla isimleri tahrip edilmiş, Osmanlıca yazıların bulunduğu mezar taşları bile kırılmış, hak ile yeksan edilmiştir. Câmiler, tekkeler, türbeler, çeşmeler, hanlar, hamamlar, hastaneler, darülacezeler, kitaplar, kütüphâneler…(5)Kısaca Osmanlı adına ne varsa yakılmış, yıkılmış, satılmış, özel mülkiyete geçirilmiş, maksatları dışında, hattâ birçok vakıf maksatlarına zıt, çok süfli işlerde kullanılmıştır.(6)
Rahmetli Münevver Ayaşlı bir eserinde bu hususu söyle dile getirir: “1925 senesinde türbelere kilit vurulmuş ve harabiyete terk edilmiş. Türbedarlar yalvarmışlar “Biz para pul istemeyiz, bırakınız, yine türbeye hizmet etmeye, bakmaya, temizlemeye devam edelim” demişler ama “Yok olmaz” diyerek bunları kovmuşlar. Türbedeki paha biçilmez, ceylan derisi üzerine yazılmış Kur’anlar, halılar, seccadeler, levhalar, ameleler tarafından küreklerle kamyonlara doldurulmuş ve müzelere götürülmüşler. Giderken kamyonlardan Kur’anlar, kıymetli eşyalar hep sokaklara dökülmüşler, millet toplamış…”(7)
Bununlada yetinilmemiş, türbeler ziyaretlere de kapatılmış, gelen insanlara abûs çehre ile görevliler yasak olduğunu söylemişler. Babası ile İstanbul’a vize almaya gelen ve kitabımızda sık sık zikri cemili geçen Ali Ulvi Kurucu, Fâtih’in türbesini “yasak” diye ziyaret ettirmediklerini yazar.(8)
Dipnotlar:
1-Yılmaz Öztuna, “Târih Sohbetleri”, Ötüken yay. İst. 1988, s. 277.
2-Murat Bardakçı, “Son Osmanlılar”, İnkılâp Yay. İst. 2008, s. 94.
3-Murat Bardakçı, “Şahbaba”Pan Yay. İst. 1999(7. Basım), s. 412.
4-M. Uğur Derman, “Ömrümün Bereketi”, Kubbealtı Yay. İst. 2013, s. 331.
5-Dursun Gürlek, “Kültür Dünyamızdan Manzaralar”, Kubbealtı Yay. İst. 2010, s. 63. Ecdâd türbeleri yıllarca kapalı ve bakımsız kalmışlardır, s. 68.
6-Osman Öndeş, “Vurun Osmanlıya”, Timaş Yay. İst. 2012, s.148.
7-Münevver Ayaşlı, “Geniş Ufuklara ve Yabancı İklimlere Doğru”, Timaş Yay. İst. 2003, s. 176.
8-Ali Ulvi Kurucu, “Hatıralar-4”, M. Ertuğrul Düzdağ, Kaynak Yay. 2014, İst. s. 188.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.