Osmanlıda Çevre Bilinci (2)
09 Nisan 2020, Perşembe 09:17Türkî devletlerin Rus zulmünden kurtulduğu ilk yıl, bazı aileler gruplar halinde hacca gitmek istemişler, yol güzergâhındaki Müslüman devletlerde (İran, Irak, Türkiye, Suriye gibi) konaklaya konaklaya Suudi Arabistan topraklarına gelip hac etmişler. O yıllar bizde bunların bazıları ile o kutsal topraklarda tanışmıştık. Bu hacılardan yaşlı, temiz, saf, pırıl pırıl bir ihtiyar kadına duygularını sormuşlar, o şöyle cevap vermiş: “vallahi yavrum çok memnunun, Allah bu günleri de gösterdi, geze geze, Müslüman kardeşlerimize misafir ola ola geldik, bu mübarek yerleri gördük, Allah’ın evi Kâbe burada, Resûlullah Medine’de ama Müslümanlık da Türkiye’de” demiş.
Ali Ulvi Kurucu rahmetlinin de; “İslâm’ı en iyi anlayan, hazmeden, hayata tatbik eden, İslâm âlemine asırlarca liderlik ve bayraktarlık yapan Türk Milletidir” diye bir değerlendirmesi vardır. Bu hususta yani temizlik ve çevre bilinci hususunda da realite budur. Birçok misaller verdik, pasajlar aktardık, tarihi düşmanlarımızın kanaatleri de budur ki; dünyanın en temiz, en nezih, en kibar, en misafirperver milleti biz idik. Fakat son asırlarda bizi biz olmaktan soyutladılar, bütün iyi huy ve hasletlerimizi unutturdular, eskiden müspet yönde dünyaya örnek gösterilen bir millet; bugün dünyanın hiçbir yerinde olmayan kötülükleri icra eder bir topluluk oluverdi. Gazetelere bakar, TV haberlerini dinlersek, söylediklerimizde hiçte mübalağa olmadığını görürüz.
Osmanlı yerleşim birimlerini, şimdiki gibi düz ziraat alanlarına, dere yataklarına yapmaz, dağ yamaçlarına, ziraata uygun olmayan yerlere bina edermiş. Böylece ziraat alanları heder olmuyor, savunması daha kolay oluyor, atık su ve kanalizasyon problemi çıkmıyor.
İmkânları, estetik ve teknik kabiliyetleri olduğu halde, Kur’an’da ikaz edildiği için(1) Tarihteki Şeddad’ın binaları gibi çok katlı, çok masraflı, çok problemli binalar yapmamışlar. Birazda tevazularından dolayı Sultanahmet, Beyazıd, Süleymaniye Camilerini yapan insanlar, Avrupalıların şatolarına, saraylarına, malikânelerine nazaran bir köy görünümünde olan Topkapı Sarayında 600 sene ömür geçirmişler. Fakat ağaç, yeşil, orman, sanat ve estetik denince onları kimse yakalayamamış.
Avrupa heykellere kafayı takıp her tarafı onlarla işgal ederken, dedelerimiz cami taşlarına, çeşme başlarına, okul girişlerine, medrese çinilerine, mihrap ve minberlere bakınca insanın gözünü ve gönlünü dinlendiren, lahuti âlemlerde gezdiren, ruhunu suhulete erdiren çiçek, gül, ağaç motifleri, desenleri, figürleri işlemiş, ruhî istek ve arzularını oralara yansıtmışlar.
Fâtih Sultan Mehmet çevre ile ilgili kurduğu vakfında şöyle der:
“Ben ki, İstanbul Fâtihi abdi âciz Fâtih Sultan Mehmet bizatihi alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle satın aldığım İstanbul’un taşlık mevkiinde kâin ve malûmül hudud (mevcut ve yerleri belli) olan 136 bab dükkânımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfı sahîh eylerim. Şöyle ki;
Bu gayri menkûlâtımdan elde olunacak nemâlarla (gelirlerle) İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki, ellerindeki bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde, günün belli saatlerinde bu sokakları gezeler. Bu sokaklara tükürenlerin tükürüklerinin üzerine bu tozu dökeler ki, yevmiye 20 şer akçe alsınlar. Ayrıca 10 cerrah, 10 tabip ve 3 de yara sarıcı nasp eyledim. Bunlar ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar. Bilâ istisna (ayırım yapmadan-Müslim, gayr-i Müslim) her kapıyı vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar. Var ise şifâsı, şifayâb edeler (şifaya kavuşturalar). Değilse kendisinden hiçbir karşılık beklemeksizin, Dârül Acezeye kaldırarak orada salâh bulduralar (iyileştireler). Maazallah her hangi bir gıda maddesi buhranı vâki olabilir. Böyle bir hâl karşısında bırakmış olduğum yüz silâh, ehl-i erbaba (avcılara) verile. Bunlar ki, hayvanları yumurta veya yavruda olmadığı sıralarda balkanlarda (ormanlarda) avlayalar ki, zinhar (kesinlikle) hastalarımızı gıdasız bırakmayalar. Ayrıca külliyemde bina ve inşa eylediğim imârethâneler de şehitlerin aileleri ve Medine-i İstanbul (İstanbul şehri) fukarası yemek yiyeler. Ancak yemek yemeye veya almaya bizâtihi kendileri gelmeyip yemekleri havanın loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içinde evlerine kadar götürüle...”(2)
Dipnotlar:
1- Fecr Sûresi 6-10.
2 - Osman Nûri Topbaş, a, g, e, s. 32-33.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.