Osmanlıda Çevre Bilinci (3)
13 Nisan 2020, Pazartesi 08:59Avrupa heykellere kafayı takıp her tarafı onlarla işgal ederken, dedelerimiz cami taşlarına, çeşme başlarına, okul girişlerine, medrese çinilerine, mihrap ve minberlere bakınca insanın gözünü ve gönlünü dinlendiren, lahuti âlemlerde gezdiren, ruhunu suhulete erdiren çiçek, gül, ağaç motifleri, desenleri, figürleri işlemiş, ruhî istek ve arzularını oralara yansıtmışlar.
Fâtih Sultan Mehmet çevre ile ilgili kurduğu vakfında şöyle der:
“Ben ki, İstanbul Fâtihi abdi âciz Fâtih Sultan Mehmet bizatihi alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle satın aldığım İstanbul’un taşlık mevkiinde kâin ve malûmül hudud (mevcut ve yerleri belli) olan 136 bab dükkânımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfı sahîh eylerim. Şöyle ki;
Bu gayri menkûlâtımdan elde olunacak nemâlarla (gelirlerle) İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki, ellerindeki bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde, günün belli saatlerinde bu sokakları gezeler. Bu sokaklara tükürenlerin tükürüklerinin üzerine bu tozu dökeler ki, yevmiye 20 şer akçe alsınlar. Ayrıca 10 cerrah, 10 tabip ve 3 de yara sarıcı nasp eyledim. Bunlar ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar. Bilâ istisna (ayırım yapmadan-Müslim, gayr-i Müslim) her kapıyı vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar. Var ise şifâsı, şifayâb edeler (şifaya kavuşturalar). Değilse kendisinden hiçbir karşılık beklemeksizin, Dârül Acezeye kaldırarak orada salâh bulduralar (iyileştireler). Maazallah her hangi bir gıda maddesi buhranı vâki olabilir. Böyle bir hâl karşısında bırakmış olduğum yüz silâh, ehl-i erbaba (avcılara) verile. Bunlar ki, hayvanları yumurta veya yavruda olmadığı sıralarda balkanlarda (ormanlarda) avlayalar ki, zinhar (kesinlikle) hastalarımızı gıdasız bırakmayalar. Ayrıca külliyemde bina ve inşa eylediğim imârethâneler de şehitlerin aileleri ve Medine-i İstanbul (İstanbul şehri) fukarası yemek yiyeler. Ancak yemek yemeye veya almaya bizâtihi kendileri gelmeyip yemekleri havanın loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içinde evlerine kadar götürüle...”(1)
Osmanlı’daki nezâket ve inceliğe ne güzel bir örnek. Yardım yapılan insanlar incinmesin, onurları zedelenmesin, komşuları yanında eziklik duymasınlar diye yapılan yardımların gizli ve kimsenin göremeyeceği akşam vakitlerinde yapılmasını vakfediyor.
Osmanlıda çevre bilince o raddelere varmış ki, Haliç’in yan taraflarındaki arazilerde hayvanlar otlarken, çiğnene çiğnene yamaçlardan aşağı doğru toprak kayması olur ve Haliç dolabilir düşüncesiyle Haliç civarında hayvan otlatılmasını yasaklamışlardır.(2) Osmanlının son dönemlerinde yani yıkılış sürecine girdiği dönemlerde bu anlayış ve hassasiyetten eser kalmamış, hele hele günümüzde Haliç, İzmit ve İzmir Körfezi gibi yerlere kokudan yaklaşılmıyor. Kanalizasyonların, fabrika atıklarının ve daha ne gibi süfli kazurat var ise buralara verilmesi neticesi deniz canlıları bile yaşayamaz olmuş, balık nesli tükenmiştir.
Sultan ll. Abdülhamid döneminde yani 1900’lü yıllarda İstanbul’a gelen Pakistanlı seyyah Şibli Numanî, Marmara denizinden İstanbul’a doğru gelirken Yunus sürülerinin gemilerine refakat ettiğini yazmaktadır. (3) Nerden nereye!..
Devlet Arşivleri Eski Genel Müdürü İsmet Binark’ın tespit ettiği belgelere göre, 1572 senesinde Osmanlı Devleti bütçesinden İskenderiye Körfezinin kirlilikten arındırılması için 67.187 altın ödenek ayrılmıştır. Yine çıkarılan birçok fermanla, gereksiz yere nerede ve kime ait olursa olsun ağaç kesilmesi, bitki örtüsüne zarar verilmesi, yeşilin tahrip edilmesi yasaklanmıştır. Böyle bir suçu işleyenler, kürek cezasına çarptırılırmış.
İsmet Binark, bu konuda şunları söyler: “Çevre konusunda alınan ilk ciddi önlemler 1539 yılına dayanıyor. Edirne’nin mahalle, sokak ve çarşılarının temizlenmesi konusunda 1539 yılında yayınlanan Nişan-ı Hümâyun’da ev, kervansaray ve hamamların temizlenmesi gereğine işâret edilirken, çamaşır yıkanan suların çevreye dökülmesi “ve hem ol vechile yasak ede ki, evlerdeki don yudukları sabun suyunu yol üstüne saçmayalar. Ve bu hususu dahi men edüp, ettirmeyesün, edenin hakkından geline” sözleri ile yasaklanıyor. Yine aynı Nişan-ı Hümâyun da toplu yaşanan mekânlarda her türlü pislik ve kazûratın (atığın) derhâl temizlenmesi emredilmektedir. (4)
Yani Paris’de ve Avrupa’nın her tarafında içeride içine edilen lazımlıkların “Greu Leu” feryadıyla pencerelerden sokaklara sallandığı bir dönemde dedelerimiz, çamaşır sularının bile sokağa dökülmemesi hususunda kanunlar çıkarmışlardır.
Fakat çöküş döneminde her şey değişmiş, eski çevre bilincinden eser kalmamış, her hususta bir yozlaşma, bir dejenerasyon olmuş, eskiden müspet manada örnek gösterilen bir millet, kendinden korkulan çekinilen, Barbar sıfatı takılan insanlar olmuşlar. Cenâb-ı Allah; “Bir toplum kendilerinde bulunan (iyi davranışlar)ı değiştirmedikçe, Allah onlara verdiği bir nimeti değiştirmez ve şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”(5) Buyurur. Allahü â’lem; uzun asırlar gücün, kuvvetin, zenginliğin verdiği bir gurur, kibir ve azgınlık oluşmuş, Osmanlı milletinde inanç sapmaları görülmüş, eski asaletten eser kalmamış, Allah’da onları değiştirip zillet ve sefalete terk etmiştir.
Ortaasya toprakları bozkırlaştı, verimden düştü diye terk edip geldiğimiz Anadolu’yu da bu düşüş döneminde, bu inkıraz yıllarında bozkır haline getirmişiz. “Yaş kesen baş keser” felsefesi silinmiş, “ormanlarımdan izinsiz bir ağaç kesenin başını keserim” diyen Fatihler kalmamış.
Sultan Orhan Bursa’yı fethettiği günlerde etrafa haberler gönderip erkek çocuk doğuran kadınlara ulufe (karşılıksız para) verileceğini, saraya gelmelerini ilân ettirmiş. Genç kadınların içine bir de ihtiyar nine katılmış. Sultan Orhan; “nene sendemi doğurdun?” deyince şöyle demiş: “Evet beyim birkaç sene önce bir çınar dikmiştim, hayli büyüdü benim de oğlum odur” Bu durum Sultanın çok hoşuna gitmiş ve “bu neneyi de kaydedin” demiş.(6)
Bugün 21. Asırda bile, bu anlayışı tekrar yakalayamadığımızın, yükselme dönemindeki dedelerimizin yanında yaya kaldığımızın delili pek çoktur. Parklara ve piknik yerlerine varıp şöyle bir göz atmak, bu hususta hâlâ ecdadın nezafet ve nezahetini yakalayamadığımıza yeterli delil olur.
Hangi piknik yerine gitsek her taraf öncekilerin yemek artıkları, karpuz kabukları, kemikleri vb. artıklarla dolu. Yine her tarafta bu artıkların tabii müşterisi olan sinekler, arılar, böcekler ve kurtlar...
1996’lı yıllarda, Konya’ya 40 km. uzaklıkta Bulumya denen piknik yerine Kur’an kursu talebelerini gezmeye götürdüm. Oraya indiğimizde yukarda arz etmeye çalıştığım manzaranın beş fazlası ile karşılaştık. Böyle bir yerde bir Müslüman piknik yapıp, huzur bulamaz düşüncesiyle talebelere nasihat edip “evladım hayvan olduğu halde kediler bile pisliklerini ortada bırakmazlar, toprağa gömerler, ama insan olarak bizler atıklarımızı çöp tenekelerine atmaya üşeniyoruz, Allah ve Resûlü buna razı olmaz, temizlik imandandır” gibi sözlerle her tarafı pırıl pırıl temizlettim. Bunu gören ve etrafta oraları kirleten insanlar ayağa kalktılar ve bizi alkışladılar. Ama neye yarar. Alkışlamak marifet değil, çevremizi temiz tutmak erdemliliktir. Akif Cemil ne diyor? “Çevremiz, çehremizdir.” N. Wiener’in sözü de çok ibretli: “Çevremizi o kadar değiştirdik ki, şimdi buna uyabilmek için kendimizi değiştiriyoruz.”
Dipnotlar:
1 - Osman Nûri Topbaş, a, g, e, s. 32-33.
2- Yeşilay Dergisi, Kasım 1993, sayı 720; İbrahim Refik, Tarih Şuuruna Doğru-2, Albatros Yay. 7. Bas. İst. 2001, s. 64.
3 - Şibli Numani, Risale Yay. Ter. Yusuf Karaca, İst. 2002, s. 51.
4 - Muzaffer Günay, “Tarihimizde Çevre ve Çevrecilik”, Sur Dergisi, Haziran 2000, Sayı 291, s. 14.
5 - Enfâl Sûresi 53.
6 - Sâmiha Ayverdi, “Paşa Hanım”, Kubbealtı Yay. İst. 2009, s. 120.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.