Osmanlı’da Vakıf ve Çeşitleri (2)
08 Aralık 2018, Cumartesi 09:54İmaret fakirlere yiyecek içecek dağıtan aşevi demektir. İmaretler Osmanlının kuruluş günlerinden i’tibâren devreye sokulmuştur. Orhan Gazinin en büyük zevklerinden biri; “Yaptırdığı câmilerin kandillerini kendi elleriyle yakmak ve imaretlerinde pişirttiği yemekleri fakirlere kendi elleriyle dağıtmak” imiş.(1) Uryanî-zâde Ahmed Esat Efendi: “Osmanoğulları hânedanının mutfaklarından duman çıktıkça, imaret ocakları sönmez” diyerek bu hânedanın vakıflara ne kadar önem verdiğini dile getirmiştir.(2)
Selçuklu ve Osmanlılar ana yol güzergâhlarına yolcular ve hayvanları için, o günün sosyal tesisleri olan hanlar, hamamlar ve kervansaraylar yaptırmışlar, gelirleri buralara harcanan vakıflar tesis etmişlerdir. Bu sayede Müslim-gayri Müslim yolcular üç gün(3) ücretsiz bu tesislerden faydalanır, mal ve canları muhâfaza edilir, han ve kervansaray içinde mallarına bir zarar gelirse, devletten sigortalı kabul edildiği için tazmin edilirdi. (4) Batılı seyyah J. B. Tavarnire, İpek Yolu güzergâhında olan Halep’de 1638 de 40 kervansaray, 50 halk hamamı ve daha birçok sosyal tesisin olduğunu yazmaktadır.(5)
3-Eğitim Kurumları: Medrese, daru’l hadis, daru’l huffaz...
Bu ve benzeri müesseseler, masrafları vakıflar tarafından karşılanan yatılı fakülteler durumunda idi. Bu kuruluşların ihtiyaçlarını karşılamak için çok değişik adlar altında vakıflar kurulmuş ve hizmet vermişlerdir. Özellikle Osmanlı’da vakıflar o kadar detaylı ve çeşitli idi ki; talebelerin mürekkep ihtiyacını karşılamak veya câmi kubbelerindeki yosunları temizlemek için bile vakıflar kurulmuştur. (6)
4-Sağlık Kuruluşları: Darüşşifalar, Darülacezeler, hastaneler...
Avrupalıların ruh hastalarını, “ruhlarına ve bedenlerine şeytanlar, kötü ruhlar hâkim olmuşlar” diye diri diri ateşte yaktıkları, işkenceler ile öldürdükleri bir dönemde, Osmanlı onlar için hususi hastaneler bina etmiş, müzikle ve özel yöntemlerle onların tedavilerini sağlamıştır.(7) Osmanlı Bîmarhânelerini gören Mongeri Pere: “Burası Avrupa’nın asırlar sonra tahayyül edeceği bir hayal müessesesidir” demiştir.(8)
5-Sadaka Taşları diye dünyada yalnız Osmanlıda görülen bir ahlâk-ı hamide örneği de vardır. Kavşak noktalara özel yapılmış çukur bir taş konur, câmiye, işe, gezmeye... Giden zenginler oraya para atarlar, ihtiyaçları olan fakirler de ihtiyaçları kadar parayı oradan alırlar, Rum ve Ermenilerin gece çalmamaları için, artan parayı bir görevli akşam toplar, ertesi sabah tekrar yerine koyarmış, bunu bile idâre eden vakıflar kurulmuş.(9) Bu usulü bir benzerini bugün ABD ve Avrupa’da kiliseler uygulamaktadır.
Şöyle ki; İnsanlar giydikleri ama hâlâ giyilebilecek elbise ve eşyalarını kiliselere teslim etmekte, onlarda yıkayıp, ütüleyip, tamir ettirip bunları misyonerlere teslim ediyorlar, onlarda fakir milletlere teslim edip, kendi dinlerinin propagandasını yapıyorlar, insanları kandırıyorlar. Bizim dedelerimiz ise; insanların gönlü ve kalbi incinmesin diye kullanılmış eşya değil, cedid eşya yani yenilerini vermişlerdir. Dolayısıyla Osmanlıda hırsız ve dilenci yok denecek kadar azdır.
De la Montraye bu hususta şöyle der: “Kırım dahil Türkiye’nin her tarafı öylesine hayır ve şefkat müesseseleri ile doludur ki, dilencilik âdeta yoktur. Borcundan dolayı hapse atılmış bir adam olduğunu işiten bir zengin, hemen o adamın borcunu ödeyip hapisten çıkarır. Yangın felâketine uğrayanın evi, civarın zenginleri tarafından yeniden yapılır, eskisi gibi döşenir ve felâket sâhibine hediye edilir. Hastalar, muhtaçlar için büyük vakıflar, onlar yetişmezse dâima hayır sahipleri vardır. Türklerle beraber yaşayan diğer kavimler de, onları taklide çalıştıkları için, bütün Türkiye’de hemen hiçbir dilenciye tesadüf edilmez.”
Kont Marsigli ise müşahedelerini şöyle kaydeder: “Yazın İstanbul’dan Sofya’ya giderken, anayol üzerinde, dağ başlarından inmiş çobanların yolculara ayran ikram ettiklerini, kimisinin pek az para aldığını, kimisinin hiç para kabul etmeyip hayır olarak dağıttığını gördüm... Türkler, hiçbir din farkı gözetmeksizin bütün yabancılara karşı son derece misâfirperverdirler. Şehirlerarası yollar üzerinde bulunan köylerde hali vakti yerinde olanlar, öğleden evvel ve akşamüstü gezintiye çıkar, yolcu bulmaya, onları evlerine davet ederek ağırlamaya çalışırlar. Hattâ misâfirin hangi eve ineceğini tayin ederken münakaşa ettiklerini bile gördüm.”(10)
Dipnotlar:
1-Bostanzâde Yahya Efendi, Hazırlayan Necdet Sakaoğlu, İst. 1978, Milliyet Yay. s. 31.
2-Ali Rıza-Mehmed Gâlip, a. g. e. s. 61.
3-Bu karşılıksız hizmet ve yardımlar, İnsanları tembelliğe alıştırmasın diye üç gün ile sınırlı tutulurmuş.
4-İlhan Bardakçı, “Biz Bizi Unuttuk”, Târih ve Medeniyet dergisi, Mart 1994, sayı: 1, s. 69.
5-17 Asır Ortalarında Türkiye Üzerinden İran’a Seyahat, J. B. Tavarnire, Tercüman 1001 Temel Eser, İst. 19980, s. 85.
6-Uğur Derman, “Eski Mürekkepçiliğimiz”, İslâm Düşüncesi Mecmuası Haziran 1967, sayı, 2.
7-Hasan Hüsrev Hatemi, “Hoşça bak Zatına”, İşaret Yay. İst. 1989, s. 565.
8-İbrahim Refik, “Ulu Çınarın Gölgesinde”, Albatros Yay. İst. 2004, s. 158.
9-Târih ve Medeniyet Dergisi, sayı 22, s. 53; Târih ve Düşünce Dergisi Ocak 2001 s. 58.
10-De La Motraye’den naklen,Y. Öztuna,“Büyük Türkiye Târihi”,Ötken Yay.1977,c.11, s. 261.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.