OSMANLILARIN DOĞRU VE DOĞRU SÖZLÜ OLDUKLARI(2)
11 Temmuz 2017, Salı 07:14Arnavutlar Osmanlılığı öyle benimsemişler ki, konuştukları, tartıştıkları kişileri ikna etmeleri gerektiğinde yemin olarak “Takumu Tuçina-Türklüğüm hakkı için” derlermiş.(1) Bazı yerlerde de “yalan söylüyorsam, Türk olmayayım” diye yemin ederlermiş.
Özellikle Osmanlının ilk dönemlerinde doğruluğun nasıl zirve yaptığına birçok misalden şu örneği vermemiz her halde yeterli olur: Devletin kurucusu Osman Bey’in Alaeddin ve Orhan isimli iki oğlu vardır. Büyük oğlan Alaeddin, Bey olmak kendi hakkı olduğu halde, gönül rızası ile beyliği küçük kardeşi Orhan’a veriyor. Orhan’da abisini kendisine yardımcı yani Sadrâzam yapıyor. İşte bu Alaeddin Paşa ve arkadaşları bir av esnasında çok şiddetli bir fırtınaya yakalanıyor ve bir köye sığınmak mecburiyetinde kalıyorlar.
Muhtar odasına vardıklarında ileri gelenlerin bir olayı görüşmek üzere toplanmışlar, bunlar varınca “tamam devletimizin büyükleri teşrif ettiler, olayı onlara çözdürelim” diye bunlara havale ediveriyorlar. Olay şudur: Köylünün biri başka birinden bir tarla satın alıyor, sürerken bir çömlek altın buluyor. Tarla satın aldığı komşusuna getirip; “ben senden tarla satın aldım, içinin definesini değil, bu altınlar senin” diyor. Öteki; “ben tarlamın içinde böyle bir define olduğunu bilsem ya satmaz veya çıkarır öyle satardım.
Ben sattıktan sonra bulunduğuna göre bu hak benim değil, senindir” diyor ve anlaşamadıkları için olayı muhtar heyetine getiriyorlar. Olaya vakıf olunca Alaeddin Paşa’nın gözleri yaşarır ve ellerini kaldırır; “böyle doğru, ihlaslı, samimi ve birbirini seven bir milletin başına idâreci yaptığı için” Allah’a şükürler eder ve oradakilere; “sizlerin evlatları falan yok mu?” diye sorar. Onlar olayın kahramanı olan köylülerden birinin evlilik çağında kızı, birinin de oğlu olduğunu öğrenince; “peki bu gençlerin onayını alabilirsek bunları birbiri ile evlendirsek, bu altınları da onlara çeyiz yapsak olmaz mı?” der, gençlere sorulur, okeylenince mesele bu şekilde halledilir.(2) Şimdiki ahlâk felsefemize göre olay biraz hayal mahsulü, efsane gibi gelebilir ama bu gerçeğin ta kendisidir, eğer onlar böyle olmasa Allah onları 6 asır dünyanın efendisi yapmazdı!..
Hamal Ali PaşaSultan 3. Osman zamanında, Hekimoğlu Ali Paşa 3. Defa Sadarete (başbakanlığa) getirilmiş, fakat pervasız tavırları nedeniyle Sultanla araları pek iyi değildir. Bir gün Sultan huzuruna çağırmış ve “tersaneyi derhal Gemlik’e nakledin” demiş, Ali Paşa; “biz hükümet olarak bunu gerekli görmüyoruz” deyince pâdişah öfkelenmiş, hiddetlenmiş ve “bak paşa şimdi seni azleder, hamallar kethüdası Ali Ağa’yı Sadrâzam yaparım” demiş, paşa; “tabi sultanım, buna sizin kudretiniz yeter, ama getireceğiniz Sadrâzam Hekimoğlu Ali paşa olmaz, hamal Ali Paşa olur” diyerek doğru ve pervasız bir cevap vermiştir.(3)
25 Temmuz 1582. Sultan III. Murad, oğlu Şehzâde Mehmed’i sünnet ettirir. Günlerce devam eden şenlikler ve gösteriler yapılır. Hünerler sergilenir. Bunlar Sultanın çok hoşuna gittiği için; "Benden ne istersiniz? Sizi nasıl mükâfatlandırayım?" der. Onlar Yeniçeri Ocağına yazılmak isterler ama Yeniçeri Ağası Ferhat Ağa: "Bu kanunlara ve törelere aykırı. Emrinizi yerine getiremem" der ve Pâdişah ısrar edince istifa eder.(4)
Geçmiş Müslümanların ekseriyeti gerçek mânâda doğru imişler. İçi dışı bir insanlarmış. Riyadan, dalkavukluktan, sahtekârlıktan, şeytani duygu ve düşüncelerden âzâde insanlarmış. Osmanlının hayat felsefesini son zaman heccavlarından Şâir Eşref ne güzel tezahür ettirir:
Eylemen ölsem de kizbi ihtiyar
Doğruyu söyler, gezer bir şâirim
Bir güzel mazmun bulunca, Eşrefa!
Kendimi hicveylemezsem kâfirim.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da Osmanlının son zamanlarında ne kadar çürüdüğüne, bozulduğuna bir misal verip bitirelim: İttihat ve Terakki iktidarında öne çıkan birkaç kişinin söz sâhibi olduğu, asıp kestiği, mebusların, bakanların devlet adamlarının göstermelik hale geldiği, bir fonksiyonlarının olmadığı hususunda büyük tenkitler olmuştur.
Koyu ittihatçılardan biri bir gün, bu tenkitlere cevap olarak şöyle demiş: “Ne varmış efendim. İttihat ve Terakki cemiyeti memleketi dâima meclis-i mebusan ile idâre etti.” Sohbet meclisinde bulunan Sakallı Celal Bey de bu zata şöyle demiş: “Doğru mebuslar vardı. Ama onlar seçimle değil, tayinle geldikleri için mebus değillerdi. Ağızları vardı ama konuşamıyorlardı. Meselâ testinin de ağzı var, konuşuyor mu? Masanın ayağı var, yürüyor mu?..”(5)
Dipnotlar:
1- Sâmiha Ayverdi, “Ebabil Kuşları”, Kubbealtı Yay. İst. 2010, s. 182.
2- Mustafa Armağan, “Geri Gel Ey Osmanlı”, Ufuk Kitap, Ekim 2007, İst. s. 198.
3- İ. Hakkı Uzunçarşılı, “Osmanlı Târihi”, T. T. Kurumu Bas. Ankara 1998, c. 4, s. 338.
4- “Peçevi Târihi”, c. 2, s. 71, “Münecimbaşı Târihi”, c. 3, s. 549.
5- Orhan Karaveli, “Sakallı Celal”, Pergamon Yay. İst. 2004, s. 26.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.