OSMANLILARIN PEYGAMBER SEVGİLERİ (2)
28 Eylül 2018, Cuma 08:30Peygamber Efendimiz de bir hadislerinde şöyle buyurur: “Kıyâmet gününde insanların bana en yakın olanları ve şefaatime hak kazananları, benim üzerime en çok salâvat getirenlerdir.”(1)
Bu ve buna benzeri hadisleri göz önüne alarak Osmanlı bu hususu öyle güzel oturtmuş ki, elhamdülillah her gün yüzlere varan sayıda Salâvat-ı Şerîfe getiririz:
1-Namazların tahiyyatlarında mecburen okuruz.
2-Hacca giden kardeşlerimiz görmüşlerdir, başka Milletlerde olmadığı halde ecdâd bazı usulleri farz gibi yerleştirmiş, imam selâm verince hattâ kendi başımıza kıldığımız namazlarda bile “Alâ Rasûlina Salâvât” deriz, yani bir yerde kendi kendimize “Peygamber üzerine salâvât getir” diye emir veririz ve getiririz.
3-Yine başka Milletlerde görülmeyen bir haslet: Ne zaman Kur’an’dan bir parça okunsa da “Fâtiha” dense ondan önce sanki farzmış gibi mutlaka bir salâvat getirir Fâtiha’yı akabinde okuruz.
4-Ezandan sonra, şefkat ve merhamet ufkunun gülü ve güneşi olan Peygamber Efendimize, Vesile, Fazile ve Makam-ı Mahmud temenni eden duayı okumak ta sünnettir. Bunu tavsiye eden birçok hadis-i Şerîf vardır.(2) Fakat buna bizim kadar uyan, câmilerde bir kişinin bu duayı okuyup başkalarının tekrar ettiği başka bir memleket yoktur. Aslında ezandan sonra birinin okuyup, diğerlerinin âmin demesi şekliyle değil de, herkesin ayrı ayrı okuması evlâ olandır. Ama cemaatin içinde bu duayı ezbere okuyamayacak kişilerin de bulunduğunu düşünerek, bizim milletimizden biri okur, digerleri de amin der iştirak eder.
Ezan başlayınca konuşmaların kesilmesi, ayak ayak üstünde ise indirilmesi, salâvat okunması, sigaraların söndürülmesi, yatanların doğrulması, ayaklarını uzatmış olanların toplamaları… yine bu milletin Allah Rasûlüne ve Ezan-ı Muhammedî’ye karşı olan hürmet ve muhabbetinin göstergeleridir.
5-Teravih namazlarını kılarken: Her selâm verişten sonra toplu halde Itrî’nin, Dede Efendi’nin değişik makamlardaki Salât-ı Ümmiyye’lerini okuruz. Bitince müezzin bir daha emir verir “Sallû alâ Rasûlinâ Muhammed” diye herkes içinden bir daha Salâvât okur. “Nurun ala nur-nur üstüne nur” olur. Bu da Osmanlı kültürünün dışında, dünyanın başka bir yerinde görülmez. Şimdi birçok kardeşimiz cep telefonlarına bu Salât-ı Ümmiyye’nin veya Hicret vesilesiyle Hz. Peygamber Medîne’ye ilk girerken, Medîne halkının terennüm ederek karşıladığı ve “Taleâl Bedru Aleynâ”(3) diye başlayan meşhur kasidenin müziğini kotlamışlar ve her ötüşte bunlar çalıyor. Teknolojik imkânları bile, Peygamberleri ile irtibata vesile ediyorlar.
6-Nerede ve ne zaman olursa olsun, Peygamber Efendimizin adını bir yerde duysak veya bir yerde okusak mutlaka salâvat getiririz. Kendi kendimizi tenkit babında şunu da söylememiz gerekir: Çoğu insanımız Allah’ın adı anılınca “Celle Celâlüh, Celle Şânüh...” demez, ama Hz. Peygamberin ismi anılınca, Salâvat getirir. Tabi bu da hâşâ kasıtlı değildir. Geçmişlerinden ve cemiyetten öyle görülmüştür. Hâlbuki Allah’ın mübârek isimleri zikredilince de O’nun şanını ta’zim için yukarda verilen veya benzeri sözlerden birinin söylenmesi iyi olur:
7-Salavat getirme, Efendimizi hürmetle yad etme, O’na bağlılığımızı, bildirme bizim özümüze, mayamıza öyle nüfuz etmiş ki; Perşembe akşamları, ertesi günün Cuma günü olduğunu halkımıza bildirmek, Cuma günü namazın yaklaştığını müminlere haber vermek veya bir kardeşimizin vefat ettiğini halka duyurmak için yine “Salâ” dediğimiz ve Efendimizin sıfatlarından oluşan cümlelerle bildiririz. Yani her halükârda O’nunla irtibat halindeyiz. Bağlantımızı hiç koparmıyoruz. O’nun kapsam alanından dışarıya çıkamıyoruz.
Osmanlının güzel adetlerinden biri de; Büyük câmilerde ma’lum birkaç tane müezzin olur. Bu selatin câmilerin 2. müezzinini mutlaka âmâlardan seçerlermiş. Çünkü Peygamber Efendimizin Bilal-i Habeşî’den sonraki ikinci müezzini ma’lum âmâ olan Abdullah Ümmü Mektum idi. Sırf ona hürmet ve tazim olsun diye bu uygulamayı yaparlarmış.
Dipnotlar:
1- Nevevî, “Riyâzü’s-Sâlihîn”, D.İ.B.Yay.6. baskı, Ankara, c.3, s. 4.
2- Geniş bilgi için bk: İbrahim Canan, “Hadis Ansiklopedisi” c.7, s. 451.
3- İbni Kesîr, “el-Bidâye”, c.3, s. 241.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.