Osmanlının Sanat ve Estetik Anlayışı (1)
12 Kasım 2020, Perşembe 09:11Osmanlılar dinî anlayışları gereği resim ve heykele sıcak bakmamışlar ama insanların ruhuna hitap eden, mânevi dünyâsını rahatlatan hat, ebru, tezhib, çini gibi bâzı sanatları icat etmişler veya geliştirmişlerdir. Fâtih’in sarayında 500’den fazla müzehhib’in (tezhibçi, süsleyici) çalıştığına dâir Târihi kayıtlar vardır.(1) “Zeheb” Arapça’da altın demektir. Tezhib; altınlama manasına gelir. Altın tozu ve boya ile yapılan bir bezeme ve süsleme sanatıdır. Bu sanat, zirvesini Osmanlı’da bulmuştur. Bunu yapan sanatkâra “müzehhib” denir.
Hat sanatında Osmanlı o kadar ileri gitmiş ki; "Kur’ân Mekke'ye indi, Mısırda okundu, Osmanlı’da yazıldı" sözünün darb-ı mesel olmasına vesile olmuşlardır. Bir pirinç tânesi üzerine İhlâs Suresini yazacak kadar bu hususta mahâret kesb etmişlerdir.(2)
Şam’daki Fransız Arkeoloji ve İslâm Sanatı Enstitüsünün müdürlüğünü yapan Eustache de Lorey 1932 de yayımladığı bir makâlede, Picasso’nun eserleri ile İslâm sanatları arasında çarpıcı benzerliklerin olduğunu ileri sürmüş, Picasso’nun isminin bile İslâm menşeli olduğunu söylemiş, birçok münakaşalara sebep olmuştur.(3) Picasso da bunları tam ret cihetine gitmemiş, destekler tavırlar sergilemiştir.
Nurullah Berk’in anlattığına göre, cumhuriyetin ilk yıllarında Paris’e giden Türk ressamları, zaman zaman Picasso’yu (1881-1973) ziyâret ederlermiş. Bunlardan birinde Picasso Türk Ressamlara “Niçin Batının sanatını taklit ediyorsunuz? Sizin hat sanatınız bizim ulaşmaya çalıştığımız modern sanata yüzlerce yıl önce ulaşmış” diyerek onlara millî sanatlarını incelemelerini tavsiye etmiştir.
Başka bir hatıra da ressam Hasan Kavruk’tan: Bu zat çıktığı Avrupa gezilerinin birinde, Picasso’nun Paris’teki atölyesine uğrayıp, izin verirse burada çalışıp çok şeyler öğrenmek istediğini söyler, Picasso ise “Sen Türk’sün değil mi?” Diye sorar ve şöyle der: “Biz bugün sanatta sizin eski hattatlarınızın yaptıklarını yapmaya çalışıyoruz. Varmayı düşündüğüm yere Müslümanlar 500 sene önce varmışlar. Sen hemen memleketine dön ve kendi hat sanatınızı incele.”(4)
Ali Ulvi Kurucu rahmetlinin kızı Sâre Kurucu’nun “Bir Ömürden Sayfalar - Ali Ulvi Kurucu’dan Hatıralar” isimli kitâbında bahsettiğine göre: 1980 senesinde Ali Ulvi Merhum, Almanya’nın Köln şehrinde sohbet ediyor. Söz Osmanlı sanatına, özellikle Hat Sanatına gelince, ecnebi dinleyicilerden biri şöyle der: “Allah kullarına ibâdet şeklini serbest bıraksaydı, Ömrümü İstanbul Üniversitesi kapısı üzerinde bulunun Şefik Bey’in yazısını seyretmekle geçirirdim.”(5) Fakat biz bu ve benzeri birçok sanat eserini, hat abidelerini, “Harf İnkılâbı” döneminde atmışız, satmışız, kırıp yok etmişiz, en azından üstünü beton veya alçılarla kapatıp heder etmişiz.(6)
Ebru bir Türk ve Türkistan sanatıdır. Horasan yöresinde neşv ü nema bulmuş (çıkıp yayılmış), bilâhare göçlerle Anadolu’ya kadem (ayak) basmıştır. Osmanlı her sanat dalında olduğu gibi Ebruya da kendi medeniyet mührünü vurmuş, geliştirmiş, güzelleştirmiş, kendi ruh hâletine göre estetik vermiş ve Ebruzenler onu doruğa taşımışlardır.(7) 16. Yüzyılda Avrupalılar bizden aldıkları Ebru sanatını her ilim ve fen dalında yaptıkları gibi, kendi malları ve eserleri gibi menşeini gizleyip, bunun bir Türk sanatı olduğunu söylemeden piyasaya sürmüşlerdir. Ebru kısaca; “renklerin su üstünde raksı” olarak tarif edilmiştir ama bakmasını ve ebrunun derinliklerine dalmasını bilenler için bu tarif kısır kalmaktadır.
2005 yılında Londra’da Kraliyet Müzesinde “Türkler; bin yılın yolculuğu 600-1600” isimli sergiyi gezip, büyülenen Avrupalı devlet adamları ve basın mensupları “Bu sergideki zarif ve latif sanat eserlerini, bize tanıtılan o barbar Türkler mi yapmışlar, AB’a girmeye çalışan Türkler bu Türkler mi?” diye birazda oto-kritik yaparak hayretle sormuşlardır.(8)
Osmanlı Sultanları dünyânın en mütevâzı insanları oldukları ve inançları gereği böyle olmaları icap ettiğini bildikleri için, Avrupalı kral ve imparatorlar gibi, kendileri için şeddâdî (görkemli) binalar, şatolar, saraylar, mâlikâneler yaptırmamışlar ama bu yapamadıklarından değildir. Onların sanat dehâsını, mimari gücünü, taşı ve mermeri nasıl bal mumu gibi yoğurduklarını ve dünyâya ölmez eserler bıraktıklarını Divriği Ulu Câmii, Gök Medrese, Çifte Minâre, İnce Minâre, Süleymâniye, Selimiye, Sultanahmet gibi eserlere bakarak anlayabiliriz. dünyânın en eski, en büyük ve en bilinen alışveriş merkezi 550 yıldır ayakta duran İstanbul’daki Kapalı çarşıdır.(9) Sultan ll. Beyazıd döneminde dünyânın ilk standartlar kanunu, Belediye kanunu, Tüketiciyi koruma kanunu çıkarılmıştır.(10)
1- Refik, İbrâhim, “Köklerden Göklere”, Albatros Yay. 3. Bas. 2001, s. 125.
2- Ahmet Refik, “Âlimler ve Sanatkârlar”, Kültür Bakanlığı Yayınları, s. 79.
3- İbrâhim Kalın, “Barbar Modern Medenî”, İnsan Yay. İst. 2018, s. 219.
4- M. Niyazi Özdemir, “Mevlânâ Güldestesi”, Konya Büyük Şehir Yay. No 7, s. 147.
5- Sâre Kurucu, “Bir Ömürden Sayfalar (Ali Ulvi Kurucu’dan Hatıralar)”, Mârifet Yay. İst. 2002. s. 214.
6- M. Uğur Derman, “Ömrümün Bereketi”, Kubbealtı Yay. İst. 2013; Osman Öndeş, “Vurun Osmanlı’ya”, Timaş Yay. İst. 2012; Mehmet Şevket Eygi, “Yakın Târihimizde Câmi Kıyımı”, Târih ve İbret Yay. İst. 2003.
7- Fatma Betül Koyuncu, “Su Medeniyeti Sempozyumu”, Koski Büyükşehir Bel. 2009 Konya, s. 335.
8- Sabah Gazetesi 20. 01. 2005.
9- Bütün dünyâ Dergisi, Haziran 2012, s. 126.
10- Tekin Kılıç, “Osmanlıdan Torunlarına Hayat Düstûrları”, Gelenek Yay.İst.2011, s.52.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.