Sanat ve Sanatkâr-2
14 Haziran 2015, Pazar 00:00Osmanlı kültür potası öyle kuvvetli ve kudretlidir ki, gayri Müslimlerden bile nice sanatkârlar yetiştirmiş, bugün bile adı dillerde destandır. Rum asıllı Osman Nevres Bey’in daha öncede zikri geçen ve:
Senden bilirim yok bana bir fâide ey gül,
Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül.
Diye başlayan şarkısı ve sözleri her halde sözlerimize delil olarak yeter de artar bile:([1])
Eski solculardan Orhan Kemal, bir gün yanındaki arkadaşıyla İstanbul’u gezerken kenar mahallelerin birinde tarihi bir Osmanlı çeşmesi görür. Bakar, bakar ve yanındakine dönerek, “Güzel değil mi? Kim ne derse desin, biz ne yazarsak yazalım, adamlar büyük medeniyet kurmuşlar”([2]) sözleriyle Osmanlı’nın mimari ve sanattaki ulaştığı noktayı takdir etmekten kendini alamaz.
İmam Ebu Yusuf çok fakir bir ailenin çocuğudur. Anası ısrarla sanata başlamasını, çocuktaki kabiliyeti görünce hocası İmam Azam’da onun ilme atılmasını arzu ederler. Annesi “biz çok fakir bir aileyiz, bir an önce sanattan getireceği üç-beş kuruşa muhtacız” deyince, İmam-ı Azam; “onu ben size vereyim, öyle gün gelecek ki, bu çocuk halifenin baş tacı olacak ve halife ile aynı sofrada yemek yiyecek…” der.
Gerçekten Ebu Yusuf okur, büyük âlim olur, Bağdat kadılığına kadar yükselir. Harun Reşid bir gün çok sevdiği eşi Zübeyde Hanıma kızar ve “defol git, bugün benim devletimden çıkmaz, benim mülkümde gecelersen benden üç talak boşsun” der.
Ama sonra pişman olur. Bir günde o günün ulaşım vasıtalarıyla Halifenin sahip olduğu topraklardan çıkması mümkün değildir. Çünkü o günün ulaşım vasıtalarının en hızlısı at, bir günde atla bile başka bir devlet sınırlarına ulaşmak gayri kabil.
Buna çare aramaya başlarlar, kimse bir çıkış yolu bulamaz. Ebu Yusuf’a sorarlar. O şöyle fetva verir: “Mescitler Allahın evi ve mülküdür. Dolayısıyla Zübeyde hanim bugünü bir mescitte geçirsin ve gecelesin, halifenin mülkünden çıkmış olur.” Halife bu çıkış yolunu o kadar sever ve Ebu Yusuf’u o kadar takdir eder ki; her gün onunla sofrada beraber olmaya başlar, böylece o büyük âlim İmam-ı Azamın da kerameti gerçekleşmiş olur.([3])
Tarihte Miri Efendi diye Hüsn-ü Hat ve kitap meraklısı biri, varını yoğunu bunlara döker, nerde bulsa ve duysa toplarmış. Bu saha ile hiç alâkası olmayan, bütün derdi para ve mal toplamak olan biri ona şöyle demiş: “Azizim Miri Efendi. Toplayacaksan nakit veya mal topla, bunu beceremezsen aklını başına topla”
Mevlânâ Hazretlerinin dilinden bir sanatkâr hikâyesi daha: Devrin birinde göğüs, kol, pazı gibi uzuvlara, değişik sitil ve şekillerde dövme yaptırmak moda olmuş.
Padişahın oğlu da bu modaya uyup pazısına bir aslan dövmesi yaptırmak istemiş ve ustanın önüne oturmuş. Gerçek dövme yapılırken çok acı veren bir işlemdir. Şehzadenin canı acımaya başlayınca ustaya “neresini yapıyorsun?” demiş, “kafasını” cevabını alınca; “kafası kalsın” demiş. Usta tekrar başlamış ama genç yine “neresini yapıyorsun?” diye sormuş, usta “kuyruğunu” deyince “kuyruğu da kalsın” demiş, üçüncüde “ayaklarını yapıyorum” diyen ustaya “ayakları da kalsın” deyince, ustanın kafası atmış, aletleri edevatları yere vurmuş ve; “şehzade isen şehzadesin, sanat ve sanatkârın da bir izzeti ve şerefi var. Kafasız, kulaksız, kuyruksuz aslan olmaz” demiş.
Dipnotlar:
1- İskender Pala, “Divan Edebiyatı”, Kapı Yay. İst. 2008, s. 85.
2- İbrahim Refik, “Ulu Çınarın Gölgesinde”, Albatros Yay. İst.2004, s.137.
3- İskender Pala, “Tavan Arası”, Kapı Yay. İst. 2008, s.28.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.