YAŞAM TARZINA MÜDAHALE
01 Aralık 2018, Cumartesi 08:59Şerefle bitirilmesi gereken en ağır görev hayattır. Yıllardır öğretmenlik yaptığım okullarda öğrencilerime hep bunları anlatmaya ve kendilerinin yaşantıları ile örnek bir model olmaları gerektiğini benimsetmeye çalıştım. Ülkemizde bilhassa son dönemlere ait olan tarihi serüvenimizde akla hayale gelmeyecek sıkıntı ve acılar yaşanmış ki; bunları anlatmaya kalksan ömür biter. Hadi aç kalan bir insan bir şekilde doyurur karnını ama inancı elinden alınmaya çalışılan bir insan, dahası elindeki okuduğuna açıktan müdahale etmeye yemin etmiş bir elit tabakaya karşı avam dediğimiz bitkin halkın, harbin getirdiği yaraları sarma telaşıyla, bizzat inancına karşı girişilen hareketler karşısında ne camilerin ahır haline dönüştürüldüğünü anlayabilmesi, nede camilerin ahır haline getirildiğini bilebilmesi bazılarının satıldığını öğrenebilmesi mümkün müydü? Kontrol altında tutan matbuata karşı kim ne yapabilirdi? Zaten harbin getirdiği yorgunluğu, bitkin bir telaşla üzerinden atmaya, kangrenleşmiş bir şekilde yaralarını sarmaya ve o zamanın birçok hastalıklarıyla mücadele etmeye koyulmuş bir kitlenin ruhen bunları düşünecek halimi vardı? Hatta o günkü şartlarda eleştiri oklarını bile atamaz aksi bir yorumda filan bulunamazdın. Her şey kontrol altında ve görevin sadece çiftçilik yapmak vergi vermek ve askere gitmekti. Bu memlekete ne lazımsa zaten onlardan daha iyi kim getirebilir ve kim düşünebilirdi? Osman Yüksel Serdengeçti’ye hem Ankara Valisi Nevzat Tandoğan tembih etmemiş miydi sıkı sıkıya? Hiç hökümetin emrine karşımı gelinirdi? Onlar bizim için her şeyi enine boyuna iyice düşünürlerdi. Bize düşende yerine getirmekti. Kıl beşi gör işini: Siyaset miyaset senin neyine? Bize böyle öğretilmişti. Sakın ha ulul emre karşı gelme?
İsterseniz ben burada susuyum da, Yavuz Bahadıroğlu ağabey konuşsun. Hep beraber okuyalım bakalım o dönemler neymişse neymiş. Buyrun yazıyı sizlerle resmen paylaşıyorum,9 Kasım 2013’te yazmış.
“Hükümet yaşam tarzına müdahale ediyor” diye celâllenmeden önce, ideolojik devlet yapısının 90 senedir müdahale etmediği “yaşam tarzı” bırakmaması karşısında neden sus-pus oturduğumuzun hesabını hepimizin vermesi lâzım.
Mesela, laiklik uğruna yıllar boyu inançlı kesime baskı yapılırken (komünistler de bu baskıdan nasibini çokça almıştır), bugün mangalda kül bırakmayan gazeteler, yazarlar, üniversite kodamanları ve memleketin entelektüel kesimi neden “özgürlük” demedi, “hak” demedi, “hukuk” demedi, “Yaşam tarzına müdahale ediliyor” demedi?
Benim köy evim, “Gizli âyin yapılıyor” ihbarı üzerine 1960’da jandarma tarafından basıldı. İlk kez kelepçe bileklerime geçtiğinde 14 yaşın sonlarındaydım henüz. Kapıyı ve pencere panjurlarını tüfek dipçikleriyle kırarak içeri girdiler. Her tarafı köşe-bucak aradılar. Kur’an dâhil, Osmanlı alfabesiyle yazılı ne buldularsa çuvallara doldurup götürdüler. Gazetelere haber olduk. Zamanın gazeteleri (bazıları hâlâ yayında) “Bir irtica evi basıldı, çok sayıda yasak yayın ele geçti” diye verdiler bu haberi.
“Suç”umuzu da onlardan öğrendik. Meğer biz, yani evdeki beş kızla üç kadın, bir de çocuk, yani ben, “Devletin sosyal ve ekonomik veya siyasi veya hukuki düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla, dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek” propaganda yapmışız, telkinde bulunmuşuz…
Öngörülen cezayı yine gazetelerde okuduk: “Beş yıldan on yıla kadar hapis.”
Ne diyorsunuz siz? O günlerin darbe havası (27 Mayıs darbesi), bugünlerin demokrasi havası gibi değildi. “Hükümet-i cumhuriye”yi yıkmaya çalıştığımız söylentisi bile çıkmıştı bizim ilçede. Kaç ay “idamlık” gözüyle bakılmış, vebalı gibi bizden kaçılmıştı.
Bu ülkede bu türden envai çeşit baskılar yaşandı. Çok fazla gerilere gitmeye de gerek yok; 28 Şubat sürecinde atılan manşetler, yazılan yazılar, oynanan medyatik oyunlar, yapılan uygulamalar ortada…
Sonuç olarak şunları söylemek mümkün ki, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının dinsiz olmaya hakkı vardı, ama lâik olmama hakkı yoktu (Yaşam tarzının sınırlarını devlet belirlemişti)…
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının Allah’a ve Peygamberlere inanmama hakkı vardı, ama Kemalist olmama hakkı yoktu (İnancın sınırlarını devlet çizmişti)…
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının dinsiz olma hakkı vardı, fakat “tarikatçı” olma hakkı yoktu (Vicdanî kanaatin sınırlarını devlet oluşturmuştu)…
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının bir yere kadar “dindar” olmaya hakkı vardı, ama dinini istediği yerde, istediği gibi öğrenmeye, öğretmeye ve yaşamaya hakkı yoktu (İmam hatiplerle ilâhiyat kapalı, özel din eğitimi ise yasaktı)…
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının başını açmaya, mini etekle yahut şortla dolaşmaya hakkı vardı, ama başını örtmeye ve çarşaf giymeye hakkı yoktu (Modayı bile devlet belirlerdi)...
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının şapka giymeye hakkı vardı, ama fes, kalpak, takke giymeye hakkı yoktu (Kılık-kıyafet devlet tarafından tanzim edilmişti)…
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının Fransızca, İngilizce, Flamanca, Hintçe, Sanskritçe v.s. okuyup yazmaya, bu dillerde şarkı söylemeye hakkı vardı, ama Kürtçe/ Lazca okuyup yazmaya ve şarkı mırıldanmaya, hatta Kürt, Laz, Arnavut, Romen olmaya hakkı yoktu (Hangi ırkın ahfadı olduğumuzu devlet belirlerdi: “Ne mutlu Türk’üm diyene!”)…
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı her lise mezununun askeri okullara girmeye hakkı vardı, ama imam-hatip lisesi mezunlarının hakkı yoktu (Meslek tercihini bile devlet yapıyordu)...
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının öz babasını, öz annesini sevmemeye, beğenmemeye ve bunu özgürce açıklamaya hakkı vardı; ama Atatürk’ü sevmeme, beğenmeme hakkı yoktu (Kimi seveceğimizi devlet söylerdi)…
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının “devrim nikâhı” da denilen nikâhsız beraberliğe hakkı vardı, ama dini nikâh kıydırmaya hakkı yoktu (Devlet nikâhımıza karışırdı)…
Daha kimin evini soruyorsunuz? (Y.Bahadıroğlu 09.Kasım 2013)
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.