YAVUZ SULTAN SELİM VE SEFERLERİ (3)
20 Eylül 2017, Çarşamba 07:35Şia: “Peygamberimiz vefat ettikten sonra halifelik onun amca oğlu ve damadı olan Hz. Aliye daha sonrada O’nun evlâtlarına aittir. Bunlardan başkası halife olamaz. Olursa zulüm yapmış ve Ehli Beytin hakkını yemiş olur” inancı etrafında toplanan, halifelere ve ashaba dil uzatan ve temelde Abdullah ibni Sebe isimli Yemenli bir Yahudi olan ve münafıkların reisi olarak nitelenen kişinin fikirlerinden doğan müfrit bir mezheptir. Yirmiye yakın fırkaları ve kolları vardır ve bazıları çok fanatiktir, müfrittir. Hz. Aliyi ulûhiyet derecesine çıkaranlar da vardır.
İslâm tarihindeki müfrit ve fanatik mezheplerin hemen hemen tamamının mebdei ve menşei (çıkış ve yayılış yeri) İran’dır. Şiiliğin beşiği de yine İran olmuş, en parlak dönemini de Şah İsmail döneminde yaşamıştır. Müfrit bir Şii olan babası ve onun müritlerinin desteği ile Şah İsmail, 14 yaşında İran tahtına geçmiştir. Şah, Uzun Hasan’ın kızı olan öz annesini Sünniliği terk edip Şii olmadı diye öldürtmüştür.
Selâm yerine “Şah”, besmele yerine “Bismişşah”, savaşta Allah Allah yerine “Şah Şah” kelimelerini ikame edecek, Şii olmayanların mal, can ve namuslarına tecavüzü mubah görecek kadar müfrit bir Şii.([1]) Anadolu’nun birçok yerinde isyanlar çıkartmış ve Osmanlıyı tehdit edip, İttihad-ı İslâmı tehlikeye düşürmüştür. Antalya yöresindeki Şah Kulu isyanı bunlardan sadece biridir. Osmanlı o en parlak dönemleri olan Yavuz ve Kanuni döneminde eğer bu İran tehlikesi olmasaydı Avrupa'nın tamamını alıp, Baltık denizine varıp, güneyde de Endülüs İslâm devleti ile birleşmemesi için hiçbir engel yoktu. Ama her sefere çıkışında gücünün yarısını doğuda yani İran’ın karşısında bırakmak mecburiyetinde kalmıştır.
Şah İsmail’in kendisi de Türk olmasına ve divanını öz Türkçe yazmasına rağmen, kendisi gibi Türk soyundan gelip büyük bir devlet kuran Osmanlı ile yıldızı hiç barışmamış, devamlı gayri Müslimlerle iş birliği yapmış, basit inatlaşmalar ve müfrit mezhep nazariyeleri yüzünden, iki Türk devleti çarpışmış on binlerce genç savaş meydanlarında öldürülmüş, kazanan da Haçlılar olmuştur.
Zaten İran tarihinde hiçbir zaman gayri Müslimlerle savaşmamış, devamlı Müslümanlarla mücadele etmiştir. Yakın tarihte Irakla savaşmış, bir ara Afganlılara kafa tutmuş, şimdi de Azeri kardeşlerimize dişini gösterip duruyor. Onların Müslüman Türk’e bakış açısını Farisî’lerin dilinden düşmeyen şu beyit tam olarak açıklar:
Türk’e fırsat verme Ya Rab, dehre sultan olmasın
Ayağını çarık sıksın, asla rahat bulmasın
Yavuz memleketin her tarafını sarıp büyük bir tehdit unsuru olan şia belasına son verebilmek için, 140 bin kişilik ordu hazırlar. İzmit, Konya, Sivas güzergâhını takip ederek ve orduyu yaya olarak 2500 km. yürüterek([2]) Çaldıran önlerine gelir. Fakat fitne durmuş değildir. Çadırına kurşun atılır. Şii casusların tesiriyle orduda kargaşa başlar. Bazı paşalar dönülmesi gerektiğini, bazıları askerin yorgun olduğunu dinlenmeleri icap ettiğini, bazıları ise mutlaka anlaşma yapılmasını tavsiye ederler. Hatta şahın kuvvet ve kudretini övenler bile çıkar. İçlerinden Konya’da camisi de bulunan hemşerimiz, devşirme değil, Anadolu çocuğu Piri Mehmet Paşa, hemen savaşa girilmesi gerektiğini teklif eder. Bunun üzerine “Durgun sular kokuşur” sözüyle hayat felsefesini açıklayan Yavuz: “Kaftan Kafa düşman askeri olsa billah cenkten yüz çevirmem. Er iseniz benimle gelin, değilseniz avretlerinizin yanına dönün. Kimse gelmese vallah tek başıma giderim...” deyip atı Karabulutu düşmana doğru koşturunca savaş başlar. 22. Ağustos 1514. Bu azim ve irade karşısında tutunamayan Şah tacını, tahtını, askerini hatta hanımı Taçlı Hatunu bile bırakıp kaçar ve Büyük zafer kazanılır.
Yavuz İstanbul'a dönünce, Şah Mısır Sultanı Kansu Gavri ile, Osmanlıya karşı ittifak anlaşması yaparlar. Bunun üzerine Yavuz Halep üzerine yürür ve Mercidabık denilen yerde Mısır ordusu ile karşılaşır. İkindiye kadar süren savaşın galibi Yavuz olur. Mısır ordusu dağılır ve Sultan kaçarken öldürülür. 24 Ağustos 1516.
Yavuz zaferden sonra Halep, Hama, Humus gibi yerleri alıp 27 Eylül 1516 da Şam’a girer. Muhyiddin Arabi’nin kabrini ziyaret edip bir türbe ve cami yapılmasını emreder. Bu Cami bugün hâlâ Selimiye Camii diye ibadete açıktır. 1976 yılında bu camide iki rekât namaz kılmak nasip olmuştu. Son Osmanlı Sultanı Mehmet Vahdettin’in mezarı da bu caminin avlusundadır.
Dipnotlar:
1- İbrahim Refik, “Efsane Soluklar”, İzmir 1991, s. 24.
2-- Yılmaz Öztuna, “Türkiye Tarihi”, Ötüken Yayınevi, 1979, c. 3, s. 246.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.